Mısır’da Ocak 2011’den bugüne yaşanan olaylar devrimsel nitelikli sosyal değişimlerin ne kadar uzun soluklu ve sürprizlere gebe olduğuna delil niteliğinde.
2011’de Mübarek’in geniş kitle ayaklanmaları sonucunda aslında yine ordu tarafından istifaya yönlendirilmesiyle başlayan değişim süreci 1954’ten bu yana ilk defa sivil bir liderin Haziran 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesi ile yeni bir ivme kazanmıştı. Tam bir sene sonra, ordunun müdahalesi ile Mursi’nin görevden alınması ve hakim Adly Mansour liderliğinde bir geçiş dönemi hükümetinin kurulması yeni bir dönüm noktası niteliğinde. Mısır’da devrim hala devam etmekte.
Tam da bu yüzden direnişçi sivillerin büyük çoğunluğu ordunun müdahalesini darbe olarak adlandırmak konusunda son derece hassas. “Bu bir darbe değil, ordu halkın iradesine cevap verdi ve Mursi’yi düşürdü” hem birebir konuşmalarda hem de sosyal medya ortamlarında sıkça dillendiriliyor. Askerin müdahalesini darbe olarak nitelendirmek özgürlük mücadelesine bir hakaret gibi algılanıyor.
Mısır’a Türkiye gibi devlet geleneğinin askeri müdahalelerle perçinleştiği bir ülkeden bakınca evvelki günkü gelişmeleri darbe değil diye nitelemek neredeyse imkansız.
Askerin müdahalesi darbedir demek direnişçilerin yaklaşık iki senedir verdiği mücadeleyi küçümsemek ya da yok saymak anlamına gelmiyor. Aksine, direnişin hala devam ettiğini ve aslında çok daha zorlu bir dönemece girdiğine işaret ediyor.
Ordunun yeri
Unutmamak gerek ki, 2011’de devrilen Mübarek rejimi tam da ordu-sanayi kompleksinin içinden gelme ve zaman içinde bu kompleksi daha da büyütmüş bir rejim. Ordu Mısır’da siyasetin en etkili kurumlarından bir tanesi. 1952 darbesinden bu yana Mısır’a cumhurbaşkanlığı yapmış Nasır, Sedat ve Mübarek ordunun içinden gelmiştir.
Tabii, ordunun ülke ekonomisi içindeki önemli yerini de unutmamak gerek. Ordu, sayısı 35’in üzerinde şirket ve fabrikanın sahibi. Bu fabrikalar düz ekran televizyondan buzdolabına, makarnadan arabaya birçok değişik alanda faaliyet göstermekte. Ordunun emlak piyasasında da önemli bir yeri var.
Bunun yanısıra ordu siyaset alanında da oldukça ayrıcalıklı bir konuma sahip. Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler hükümeti ordunun bu ayrıcalıklı konumunu değiştirmektense aksine bu ayrıcalıkların eksenini daha da genişletti. Mursi’nin liderliğinde tasarlanmış –ve dün itibariyle iptal edilmiş– anayasa orduya sivilleri askeri mahkemelerde yargılama yetkisi de dahil olmak üzere oldukça geniş çaplı yetkiler vermekteydi.
Bu bağlamda, geçtiğimiz bir sene zarfında ordu ile Müslüman Kardeşler arasındaki ilişki zıtlık esasına dayanmadı. Aksine, ne Müslüman Kardeşler yönetimi ordunun siyaset içindeki ayrıcalıklı konumunu değiştirmeye yönelik adımlar attı ne de ordu Müslüman Kardeşler’e karşı zıt bir tavır takındı.
Mursi’ye tepki
Direnişçiler açısından Mursi’nin popülarite kaybetmeye başlaması, Mursi’nin Kasım 2012’de kendisine oldukça geniş anayasal haklar tanıyan bir kararnameyi onaylaması oldu.
Bu karar bir anlamda Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler hükümetinin Mübarek tarzı bir rejime dönüşmeye başlamasının da sembolü haline geldi. Her ne kadar Mursi karara karşı çıkan güçlü halk direnişi karşısında geri adım atsa da yargı ve medyaya yönelik baskıcı tavrı ile direnişin ruhuna sadık kalmadığının güçlü işaretlerini vermeye devam etti.
Ülke ekonomisinin de giderek kötüye gitmesi Mursi’nin halk nezdinde popülaritesini giderek kaybetmesine sebep oldu. Haziran 2013’de direnişçiler Mursi yönetimine karşı Tamarod (“Ayaklan”) hareketini başlattı. Mursi’nin istifa etmesi için başlatılan imza kampanyasında haziran sonu itibariyle 22 milyon imza toplandı.
Aslında, bu kampanya bir anlamda ordunun müdahalesine de meşrutiyet kazandırmış oldu. Direnişçilerin büyük çoğunluğunun müdahaleyi, ordunun halkın isteklerine “vatansever” kaygılarla cevap vermesi olarak yorumlaması da aslında bu kampanya ile yakından ilişkili.
Neden şimdi?
Bu noktada cevaplanması gereken çok önemli bir soru, ordunun neden şimdi müdahale yoluyla Mursi’yi düşürmeyi seçmiş olduğu. Muhtemel bir cevap ordunun siyaset ve ekonomi içindeki ayrıcalıklı konumunu kaybetmemek için direnişçilerden yana olup hareketi de bir anlamda sahiplenmeye çalışması olabilir.
Bir diğer etken de Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetiminin son aylarda Suez Kanalı ve Suriye’ye yönelik açıklamaları olabilir. Son aylarda Mısır’daki medya kanallarında sıkca dile getirilen bir söylenti Müslüman Kardeşler yönetiminin Suez Kanalı’nı yatırım ve istihdam amaçlı kiralamayı düşündüğü idi. Bu söylentiler sırasında sıkça dillendirilen potansiyel kiracı ülke de Katar idi.
Aynı zamanda, haziran ayında Mursi’nin Kahire Stadyum’unda katıldığı bir mitingde Suriye’ye yönelik cihad çağrılarını destekleyen yönde yaptığı konuşmalar büyük tepki çekmişti. İlerleyen günlerde Kahire’nin Giza vilayetinde, radikal İslamcı grupların ileri gelen bir Şii lideri ve dört müridini öldürmesi gerilimin daha da artmasına sebep oldu.
Mursi, 30 Haziran 2012’de cumhurbaşkanı olarak göreve başladığından bu yana direnişin özgürlük, adalet ve eşitlik taleplerine cevap vermekte tam anlamıyla aciz kaldı.
Baskıcı ve otoriter devlet geleneğini devam ettirerek direnişçilere aslında devletin sadece sahibinin değiştiği mesajını verdi. Her ne kadar aynı devlet geleneğinin baş temsilcisi olsa da, ordu şimdilik halkın taleplerine cevap vererek direnişin kurtarıcısı rolünü üstlenmiş durumda. Bu anlamda Genelkurmay Başkanı Sisi’nin, geçiş dönemi planlarını Al-Azhar’ın baş imamı El-Tayyeb, Kıpti Kilisesi’nin ruhani lideri Tawadros ve muhalefet partilerinin temsilsici Baradei ile birlikte ilan etmiş olması iki sebeple önemli.
Birincisi, ordu halkın geniş kesimlerinin desteğini aldığını sembolik olarak vurgulamış oldu. İkincisi de, siyasi arenadaki üstünlüğünü vurgulamış oldu. 1954’te Nasır tarafından kurulmuş olan ordu-Al Azhar-Kıpti Kilisesi paktı, Baradei nezdinde liberal seküler kesimin de resme dahil olması ile perçinlenmiş oldu.
Temsili demokrasinin krizi
Bu noktada uluslararası camianın tepkisi de oldukça ilginç. Keza her ne kadar ordunun müdahalesinden pek de hoşnut olunmadığına dair bir tepki varsa da, aslında bu tepki çok da kuvvetli değil.
Obama’nın dün yayınladığı bildiri son derece dikkatli bir dil kullanıyor ve askeri müdahaleyi darbe olarak nitelendirmekten de uzak duruyor. Bu müdahalenin Katar emirinin haziran ayının sonunda yönetimi oğluna bırakmasının hemen akabinde gelmiş olması bölge siyasetinde yeni bir değişim dalgasının işareti olabilir.
Bölge siyasetine dair bu akıl yürütmeler bir yana, kesin olan bir şey şu ki, Mısır direnişi dün itibari ile çok önemli ve kritik bir devreye girdi. Türkiye özelinde asker-toplum ilişkisinin ne kadar sorunlu ve karmaşık bir ilişki olduğunu çok iyi biliyoruz.
Öte yandan demokrasinin sadece seçimlere endekslenmiş tanımlarının, yorumlarının ve pratiklerinin baskıcı ve otoriter uygulamaları bertaraf etmediğini yine çok yakın bir zamanda, Gezi Parkı direnişinde de gördük ve hala da görmeye devam ediyoruz. Aslında tüm bunlar sadece neoliberal kapitalizmin krizi değil, temsili demokrasinin de krizine işaret etmekte.
“Diren Mısır”
Mısır’da ordunun muhtemel müdahalesi konuşulmaya başlandığında Türkiye’deki direnişlerin sosyal medya ortamlarındaki mesajı “Baskının her türlüsüne diren Mısır” idi.
Mısır’da Ocak 2011’de başlayan direnişi zor günler bekliyor. Askere karşı durarak, baskıcı ve otoriter devlet geleneğini değiştirmek mümkün olabilecek mi? Bunu önümüzdeki günler daha net gösterecek. Direnişçilerin tutumu kuşkusuz bunda çok etkili olacak.
Ama bir o kadar etkili olacak unsur da süreç boyunca Müslüman Kardeşler üyelerine ve Müslüman Kardeşler taraftarı televizyon ve gazetelere nasıl davranılacağı. Dün itibari ile Müslüman Kardeşler taraftarı televizyon kanalları kapatıldı ve 300 Müslüman Kardeş üyesi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı.
Baskının her türlüsüne hayır demek ve Müslüman Kardeşleri siyaset dışına itmeden bu süreci devam ettirebilmek, Mısır’da otoriter rejimin ne tarafa evrileceğinin de turnusol kağıdı olacak gibi gözüküyor. (SA/YY)
* Sinem Adar, University of South Florida, Sosyoloji Bölümü