Rumi takvimi ölçüt alırsak 1386 yılının Kanun-u Evvel ayının 26. günü açmışım dünyaya gözlerimi.
Demek ki, yuvarlak hesap yarım yüzyıldır soluklanıyorum bu dünyada -evrende yok olacağım günü bekleyerek.
Beklerken de yaşamdan tat alarak, yaşayarak...
Gelin görün ki bu ülke, bazen zamanın var olduğuna ve geçtiğine dair emarelerden şüpheye düşürüyor insanı. Dün gece de öyle bir karanlıktı.
Sosyal medyada sörf yaparken buldum kendimi ergenliğe ilk adımlarımı attığım zamanda.
Ne günlerdi o günler: uzak, temiz, saf...
Öyle ya kulaklar daha çok yeni duymaya başlamış “özgün müziği”. Gözler ise araya “parça atılan” izbe ve boğucu sinema salonlarında cinsellik eğitiminde...
Bir yanda “gün olur alır başımı giderim” sarhoşluğu, diğer yanda “güzellik kurtaracak dünyayı” naifliği..
Aile derseniz göçmen bir Girit sülalesi. Biraz göçmenlikten, biraz dışlanmışlıktan ve belki de çokça dilin Rumcalaşması kaygısından milli bir çizgide. Ve her daim de hatırlanmakta Nakşi köken.
İşte bu ortamda kimliğini arayan ergenin tek eğlencesi olan teyp, o çocuğun önüne yepyeni ufuklar açmakta Ahmet Kaya ve Zülfü Livaneli kasetleriyle.
Yaşı kırkı aşanlar bilir o günleri. Her yerde Raks raketleri.
Ve elbette “korsan”ın adını duymamış insanlar, kayıt yapan teyplerle çoğaltmakta kayıtları. Boş kasetlere itinayla nakşedilmekte seçme ezgiler, sevilen türküler..
Ne garip bir yanda böylesi bir “özgürlük”, diğer yanda omuzu kalabalık adamların çizdiği hayatın daracık iklimi.
Dört bir yanda, ama en çok okulun bayrak törenlerinde hissedilmekte 12 Eylül darbesi. Ama bir kalemde harcamayalım dünün okullarını. O okullar ki, günümüzdekilerin aksine toplumun farklı kesimlerini aynı sınıfta buluşturmuşlardır.
O okullar ki, “talim ve terbiye” gereğince tekçi bir kimlik dayatmayı hedefleseler de; farklı etnik, dini ve sınıfsal kökenleri olan çocukları diz dize aynı ortamda bir araya getirerek hayatın çok renkliliğini öğretmişlerdir onlara.
İşte öylesi bir çokluk zemininde ergenler değiş tokuş yaparlar dinledikleri kasetleri. Arkadaşlıklarının ölçüsünü de günümüzün gösterişe boğulmuş pahalı hediyelerinin aksine kendileri için en özel kasetleri arkadaşlarına ödünç verebilmeleriyle ölçerler. Öyle ya teyp bir sararsa ve o sihirli bant bir koparsa...
1386 yılının Kanun-u Evvel ayının 26. günü doğan çocuk da birgün çok yakın bir arkadaşından böylesi değerli bir hediye alır.
Bir solukta koşar eve ve yaslar kulağına teybini.
Teyp, o güne kadar duymadığı, görmediği, tanık olmadığı bir yerden ses vermektedir.
O günlerde derinliğine vakıf olmasa da yıllar sonra idrak edecektir adına kaset denilen o manyetik şerit aracılığıyla dile gelen Devekuşu Kabare’nin önemini. Yıllar sonra farkına varacaktır askeri darbe ortamında sahneye konulan “Yasaklar” isimli gösterinin cesaretini.
Ama bir sorun vardır: Öyle ya manyetik bandın seslerini okuyan teyp denilen aygıt görüntüyü aktaramamaktadır. Oysa kabare ses kadar görselliktir.
İşte o andan sonra o ergen grubunun tek derdi o kabarede neyin yaşandığını öğrenmek olmuştur. Teypten ulaşan kahkahalara eşlik edilirken, kabareye gidebilen kişileri tanıyanlardan adeta bir sırra vakıf olur edayla öğrenilir kahkaya eşlik eden gösteriler.
Sözlerse zaten ezbere bilinmektedir uzun bir süredir.
***
Dün gece kendiliğinden dilimden dökülen sözlerle fark ettim ki o dimağa adeta bir banda kaydeder gibi işlenmiş “minik kelebek” sansürü hiç unutulmamış.
Kolay değil; kendileri gibi özgürce uçmaya kalkışan bir kelebeğe “dur sakince, uçmak ne demek!” diyen devletin sesi hiç unutulur mu!
Aynı devlet, yıllar sonra yeniden ses vermekte: 1439 yılının Cemâziyelâhir ayının 13. günü “milli, manevi ve ahlâki” gerekçeler nedeniyle yüzlerce şarkı ve şarkıcı yasaklanmış parti-devletin resmi ekranında. (OE/EA)