"Milli güvenlik" kavramı bize bu yüzyılın sıcak ve soğuk savaşlarının hediyesi. Yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısında, güvenliğin çok belirli bir türünün (yani "milli" olanının) ön plana çıkmasının arkasında şüphesiz ki çağımıza hakim olmuş milliyetçilik düşüncesi var. Bu düşünceye göre, yaşam birimini teker teker insanlar veya bir bütün olarak insanlık değil milletler oluşturuyor. Milletlerin yaşaması, dolayısıyla da "korunması" için şiddet kullanılması, gerekirse demokrasiden ödün verilmesi yakın zamanlara kadar meşru kabul edilebiliyordu. Milli güvenlik deyince akan sular durabiliyordu. Günümüzde bu bakış açısı geçerliliğini yitirmekte.
İnsan güvenliği daha önemli
Soğuk savaş sonrası dünyada artık tüm insanlığı ve teker teker insanları ilgilendiren sorunların ön plana çıktığını görüyoruz. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere birçok yerde "milli güvenlik" yerini çoktan "insan güvenliği"ne (human security) bırakmış durumda.
Yavaş yavaş bunun hukuki yapısı da oluşmaya başlıyor. Miloseviç bir Sırp kahramanı değil "insanlığa karşı suç işlemiş" bir katil zanlısı ve uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanıyor.
Bundan yirmi yıl önce bunu hayal etmek zordu.
Şili'de bir yargıç 1970'lerde ordunun demokratik hükümeti devirmesine ve askeri diktatörlük rejimi kurmasına yardım ettiği gerekçesiyle Amerika'nın eski Milli Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger'ı sorgulamak istiyor.
Askeri diktatör Pinochet'nin durumu ise İspanyol, İngiliz ve Şili mahkemelerinde görüşüldü. Daha genç ve sağlıklı olsaydı kendi halkına ve insanlığa karşı suç işlemiş birisi olarak ceza çekme olasılığı yüksekti. İsrail Devlet Başkanı Ariel Şaron, yaptıkları İsrail mahkemelerince kanıtlanmış bir savaş suçlusu. Sivil Filistinlileri katletmek suçundan Belçika'da hakkında dava açıldı. Davayı açanlar bu katliamlardan kurtulan Filistinli tanıklar.
Bu listeye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin son yıllarda Türkiye ve diğer Avrupa ülkeleri aleyhine aldığı yüzlerce kararı da eklemek mümkün. Bu resim son derece çıplak bir gerçekliği yüzümüze vuruyor: konu "insan hakları" veya "insan güvenliği" olduğunda milli sınırlar anlamını yitiriyor.
Pinochet, Kissenger, Şaron, ve Miloseviç milliyetçi bir bakış açısından birer milli kahraman. Hepsi "milli güvenlik" uğruna en doğru olanı yaptıklarına inanıyorlar, bizleri de inandırmaya çalışıyorlar. Oysa uluslararası hukuk bu meşrulaştırma yöntemini ve böylesi milliyetçi argümanları artık tanımıyor.
Güvenlik Çalışmalarında Dönüşüm
Bu yönde bir değişim yalnızca hukuk değil, sosyal bilimler alanında da kendini gösteriyor. Örneğin, bir Soğuk Savaş disiplini olan Güvenlik Çalışmaları (Security Studies) 1989'dan beri etkisini yitirdi; ciddi bir kendini sorgulama sürecinden geçiyor. Zamanında bu disiplinin sözcülüğünü yapmış saygın bazı sosyal bilimciler şimdi kendi geçmişlerini eleştiriyor ve "güvenlik" tanımını yeniden düşünmemiz gerektiği konusunda bizi uyarıyorlar. Sosyal bilimlerin her alanında (antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, toplumsal cinsiyet araştırmaları, vs.) dile getirilen bu uyarı ve eleştirilerin ana hatları şöyle:
* Güvenlik kavramının hiçbir zaman net bir tanımı yapılamaz. Bu tanımı kimin yaptığı güvenlik ve güvensizlikten ne anlaşıldığını doğrudan etkiler. Kısacası, güvenlik nesnel değil, olabildiğince öznel bir kavramdır. Belirli bir grubun öznel bakış açısının "nesnel gerçeklik" olduğu ileri sürülemez.
* Tehdit de güvenlik kadar öznel bir kavramdır. Neyin tehdit olarak algılandığı kimin bu tehdit analizini yaptığı ile doğrudan bağlantılıdır.
* Geçtiğimiz yüzyılda "milli güvenlik" askeri, milliyetçi bir bakış açısıyla hareket eden az sayıda erkeğin tekelinde kalmıştır. Milli güvenlik adına çok sayıda iç ve dış "düşman" yaratılmıştır. Bireylerin, azınlıkların, kadınların yaşadıkları güvenlik-güvensizlik sorunları "milli güvenlik" tanımlarının dışında tutulmuştur. Bu haliyle milli güvenlik pek çok kişi ve grup için güvenlik değil güvensizlik getirmiştir. O halde "milli güvenlik kimin güvenliği?" sorusunu sormamız gerekmektedir.
* "Milli güvenlik" uygulamaları ve Soğuk Savaş tüm dünyada militarizasyonu hızlandırmıştır. Bunun çeşitli sonuçları olmuştur. Özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde, kaynaklar askeri harcamalara akmış ve yoksullaşma yaşanmıştır. Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar (ve bu silahların geliştirilmesi uğruna yapılan deneyler) ölümler ve sakatlanmaların yanında çevre felaketlerinin de hazırlayıcısı olmuşlardır. Kısacası, "milli güvenlik" adına atılan birçok adım tüm insanlığı ve doğayı tehdit eder niteliktedir.
İnsan, çevre, küresel
Bu saptamalardan yola çıkan araştırmacılar iki yönde çalışmalar yapıyorlar. Birincisi, "milli güvenlik" tezlerinin ve uygulamalarının kişiler ve toplum düzeyindeki sonuçlarını inceliyorlar. İkincisi, güvenliğin yeni tanımlarını yapıyor, daha fazla insanın ve tüm insanlığın güvenliğini sağlamak için atmamız gereken adımları sıralıyorlar. İnsan güvenliği, çevre güvenliği, küresel güvenlik gibi yeni tanımlamalar milli sınırları aşan uygulamaları (örneğin uluslararası hukuktaki gelişmeler) da beraberinde getiriyor. Güvenliğin belirli iktidar odaklarına (özellikle de ordulara) bırakılmayacak kadar önemli bir konu olduğu düşüncesiyle toplumun bütün kesimleri kendi güvenlik-güvensizlik sorunlarını ifade etmeye ve karar alma mekanizmalarında yer almaya teşvik ediliyorlar.
Bu teşvik çeşitli düzeylerde, benzer kaygılarla yapılıyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler içine girdiğimiz 10 yılı dünyada barış kültürünün geliştirilmesine adadı. Barış kültürünün temelinde ise insan güvenliği yatıyor. Barış bir savaşsızlık halini anlatmıyor. Çeşitli toplumsal kesimlerin ve teker teker bireylerin kendilerini güvende hissetmedikleri bir ortamda barıştan bahsetmek mümkün değil.
Türkiye'de İnsan Güvenliği: Savaş ve İşkenceyle Yüzleşme
Gittikçe içimize kapandığımız, dünyadan kopma yolunda, yoksullaşma yolunda kararlı adımlarla ilerlediğimiz şu yakın dönemde Birleşmiş Milletler'in çağrısını ciddiye alan iki cesur, çok cesur kadın bizi yerimizden sıçrattı. Şimdi de onlara yapılan saldırılarla yerimizden sıçrıyoruz. Öfke, kin, şiddet yüklü yazılar... Birer linç sahnesi izlediklerimiz.
Boşuna mı?
Birbirlerini tanımayan bu iki kadın boylarından büyük işlere kalkışıp, hamur yoğurması gereken ellerini işkence tezgahlarına ve savaş alanlarına uzattılar. Bunu yaparken de çok benzer bir yöntem işlediler: acı çeken bedenleri kimliksizleştiren söylemlere karşı çıkıp, bizim adımıza savaşan ve bizim polisimiz tarafından işkenceye tabi tutulan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla teker teker konuştular.
Evet konuşanların adı saklı tutuldu. Zira adlarının bilinmesi onları daha büyük bir risk altına sokabilirdi. İşkencecilerin birbiri ardına tahliye edildiği, sistematik işkencenin olanca zulmüyle devam ettiği, ordu hakkında konuşmanın ise en büyük tabu olduğu bir ülkede elbette bu konuda konuşanlar adlarını açıklamayacaklardı.
İki kadının savaşımı
Sema Pişkinsüt ve Nadire Mater, başkalarını değil kendilerini risk altına sokarak, savaşın ve polis şiddetinin mağduru konumuna düşmüş kişilerle birer birer konuştular, konuştuklarını yazdılar. Ve çok benzer bir tepkiyle karşılaştılar. En başta yazdıkları sanki yazılmamış gibi yapıldı. İçerikleri doğru dürüst tartışılamadı. Şu geçtiğimiz haftalarda ise yazılanların içeriğine değil, onların kişiliklerine ve "niyet"lerine saldırılar başladı.
Neden işkenceyle hala yüzleşemiyoruz, daha da önemlisi önüne bir set çekemiyoruz?
Mehmetler onların gencecik bedenlerine yüklediğimiz onca yükü kaldırmakla cebelleşirken, işkence ve savaş mağduru binlerce insan yaşadıklarına bir anlam vermeye ve iyileşmeye çabalarken bizler neler yapıyoruz?
Kurşunu yedin mi?
Mehmedin Kitabı'nı pek çok kişi birbirine tavsiye etti, köşelerde kitabın önemi vurgulandı, onbinlerce kişi kitabı satın aldı ve okudu. Ancak kitap ciddi anlamda tartışılmadı. Kitapta yazılanların üzerine gidilmedi. Bu önemli çabanın arkası getirilmedi. Ancak tersi de olmadı. Kitap hakkında eleştiri yazıları da çıkmadı. Nadire Mater kimsenin kolay kolay eleştiremeyeceği titizlikte bir çalışma yapmıştı. Kitap iki taraftan birini haklı çıkarmıyordu. Haklılık, haksızlık ikinci plandaydı. Ön planda olan ülkücüsü ve solcusuyla, İslamcısı ve Kemalistiyle, savaşı onaylayıp kahraman olmak üzere Güneydoğu'ya gideni ve askerlikten son ana kadar kaçmaya çalışanıyla, askerliklerini savaş ortamında yapmak durumunda kalan gençlerin neler yaşadığıydı. Bu askerlerden birinin dediği gibi: "Kurşun girince ne sosyalizm kalıyor, ne Kürdistan, ne ülkücülük...İlk düşündüğün, kan nasıl durur, anlatabiliyor muyum?" Bu askerleri tüm farklılıklarına karşın birleştiren şey savaşın kendisiydi. Nadire Mater'in çalışmasını bu derece önemli kılan da bizi taraf tutmadan savaşın kendisini değerlendirmeye, kanı durdurmak için çabalamaya davet etmesi.
Nadire Mater nasıl savaş üzerine üretilen her türlü tezi sorgulayıp bizi savaşın çıplaklığıyla başbaşa bıraktıysa, Sema Pişkinsüt başkanlığındaki Meclis İnsan Hakları Komisyonu'nun çabaları da işkence için aynı şeyi yaptı. Onların yıllarca süren çalışmalarının sonucu ortaya çıkan 11 ciltlik metin "terörist"lerin milli güvenlik adına nasıl konuşturulduğunun hikayesini değil, her kesimden gelen ve çok çeşitli suçlarla tutuklanan bireylerin karakol ve hapishanelerdeki korunmasızlığını aktarıyordu. İç ürpertici, utanç verici bir çıplaklıkla.
Metis Yayınları bu anlatıların çok küçük bir kısmını çarpıcı bir başlıkla (Resmen İşkence) yayınladı. Bu kısa kitabı satır satır okuyanınız, okuyabileniniz var mı? Ben okuyamadım. Görüşleri aktarılanların birçoğu "adli suçlardan" (hırsızlık, gasp, vs.) gözaltına alınan kişiler. 60'lık dedelerden küçük çocuklara kadar her yaştan insan. Anlayacağınız "örgüt" sözcülerinden bahsetmiyoruz. İşkencenin mağdurları yalnız siyasi suçlular değilmiş meğerse... Kral çırılçıplakmış yani. İşte Sema Pişkinsüt başkanlığındaki komisyon bize bunu kanıtladı. Üstelik bu kanıtları eksiksiz tüm üyelerine imzalatarak.
Peki komisyon tarafından oy birliğiyle kabul edilen bu işkence raporu hakkında kamuoyu bilgilenebildi mi? TBMM'nin web sitesinde diğer bütün raporlar varken neden bu rapor yok? Meclis, kendi kurduğu komisyonda oybirliğiyle kabul edilmiş bir raporu göz göre göre sansür mü ediyor?
Güçlüler ve Haklılar
Sema Pişkinsüt kendisine yöneltilen saldırılara karşı ayakta durma gücünü haklılığından aldığını söylemiş gazetecilere... Evet, Nadire Mater de Sema Pişkinsüt de çok güçlüler. Acı çekmiş ve yalnız bırakılmış bireylerin yaşadıklarını saatler ve saatler boyu dinlemek, kaydetmek ve bunları suskunun ve şiddetin hakim olduğu bir ortamda bizlerle paylaşmak gibi çok zor bir işi "alınlarının akıyla" başardılar. Kimsenin sarsamadığı cesur duruşları bazılarını derinden korkutmuş olmalı. Tahminim o ki her ikisinin de haklı olduğunu bizler kadar onlara saldıranlar da biliyor. Bildikleri için de korkuyorlar.
Mater ve Pişkinsüt ne yazık ki haklılar. Onların haklılığını en başta onlarla konuşan yüzlerce kişi, daha sonra da benzer acıları yaşayan milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çok iyi biliyor. Umarım onların bu çabalarından bir nebze de olsa teselli buluyorlardır.
Milli güvenlik masallarına kanmadan insan güvenliğini ciddiye aldıkları, Türkiye toplumunun son yirmi yılına damgasını vuran iki travmanın (savaş ve işkence) hayali kahramanlar değil gerçek insanlar üzerindeki etkilerini kendilerine dert edindikleri, herkesin bilip kimsenin konuşmaya cesaret edemediği acıları dile getirdikleri için Nadire Mater ve Sema Pişkinsüt'e büyük teşekkür borçluyuz. Onların dilinde, kaleminde ve cesaretinde dile gelen acıları yaşayanlara ise ne diyebileceğimizi bilmiyorum. Bu acılardan her birimiz sorumluyuz. En başta sustuğumuz, susmaya devam ettiğimiz için.
Susmayı ve "milli güvenlik" adına acı çekmiş onlarca kişiyi yalnız bırakmayı, yok saymayı reddeden Nadire Mater ve Sema Pişkinsüt barışın ve şiddetsizliğin hakim olduğu bir dünyayı hayal edebileceğimizi, elimizin kolumuzun bağlı olmadığını gösteriyorlar bize. Milli güvenliği ve insan güvenliğini tartışırken kendimize sormamız gereken çok sayıda soru olacak, olmalı. Savaş ve işkenceyle ilgili olanlar bunların yalnızca bir kısmı. Yeter ki şiddetsizliğin ve barışın hakim olduğu bir Türkiye'yi hayal etmeye başlayalım, birbirimizi ve kendimizi susturmadan tartışabilelim.
(*)Sabancı Üniversitesi
(NA)