“Metin öldü” dediler. Her ölümle biraz daha ölürken ben, ne de kolay, doğal söylediler! Tanıyordum ben Metin’i; dürüst, çalışkan, temiz bir çocuktu. Saygılı ve naifti. Gazeteciydi Metin. Evrensel gazetesinde çalışıyor, yazıyordu. Fadime Ana’nın da dediği gibi avukat olacakken gazeteciliği seçmişti meslek olarak kendine. Tek gayesi, derdi halka gerçekleri açıklamak, doğru bilgileri ulaştırmaktı. O gün gözaltında polislerce dövülerek öldürülmeseydi eğer bugün yine aynı dürüstlük ve kararlılıkla haber peşinde oradan oraya koşuyor ve yazıyor olacaktı.
Esenler’deydi Metin’in evi. Bilenler bilir; Esenler, İstanbul ’un özellikle Doğu’dan göç almış, yoksul ve emekçi halklarının yoğunlukta olduğu bir ilçesidir. Eve vardığımda Metin’in arkadaşları dışarıda yaktıkları ateşin etrafında toplanmışlar, yanan ateşin çıkardığı alevlerle bir yandan ısınmaya öte yandan içlerinde bir girdap gibi büyüyen o karanlık ve dipsiz derin acıya rağmen yine de güçlü görünüp hayata tutunmaya çalışıyorlardı.
Ateş yakar değil mi? Ve ateş acıtır eğer biraz fazla uzatırsanız ateşe elinizi. Oysa dışarıda yanan ateş neydi ki Metin’in baba ocağına, Fadime Ana’nın yüreğine düşen ateşin yanında. Ve şimdi Fadime Ana oturduğu yerde sarsıla sarsıla hıçkırıklara, tepeden tırnağa acıya boğulmuşken, o acının ateşi beni de evdeki herkesle birlikte içine almış, alev alev yakar, dağlar olmuştu yüreklerimizi. Kaçmak, kurtulmak olanaksızdı. Öyle bir acıydı ki bu, katlanmak ve susmak dayanılmazdı. Salona girmeden hemen önce içerden gelen ağıt sesleriyle irkilmişken şimdi Fadime Ana “Oy, Metinim… Metinim” diye oturduğu yerde bedeniyle sağ yanından sol yanına doğru yarım daireler çizip, iki elini vurarak dizlerine ağıtlar yakarken karşımda, ağzım dilim lal oldu, çaresizdim, içim titredi. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Ona bir “Başın sağ olsun ana” bile diyemedim. Hem evladını yitirmiş bir anaya nasıl sen sağ ol ya da geride kalanlar sağ olsun denebilirdi ki? Bunu ne o gün ne ondan önce ne de sonra hiçbir zaman anlayamadım.
Fadime Ana beni fark edince yer açtı oturmam için yanına. O acısının içinde bile beni düşünmüştü. Tüm analar gibi şefkatli, düşünceli ve özveriliydi. Oturduğu yerde sarıldım Fadime Ana’ya. Yüreğine düşen o acıyı paylaşarak azaltmak ister gibi, ruhundaki acının o dayanılmaz ağırlığını alıp fırlatmak ister gibi sarıldım. İçini yakıp kavuran o ateşi sevgimle söndürmek ister gibi kucakladım onu. Ama nafile. O ateş beni de çekip almıştı çoktan içine. Konuşamadım.
Fadime Ana neden sonra duvarda asılı duran bağlamayı göstererek “İşte Ferhatım, bak Metinimin bağlaması orada, Metinim de çalardı ve türküler söylerdi bana” dedi. “Metinimin bağlaması öksüz kalmasın al onu ve hem de şimdi söyle bana” diye ekledi. O an içim öyle bir fena oldu ki, bir an ona ne diyeceğimi bilemedim ama sonra şaşkınlıkla karışık “olur” dedim. Olur dememle birlikte sazı da kucağımda buldum. Kim ne vakit nasıl koymuştu o sazı kucağıma, hatırlayamadım. Çünkü ben o sırada Fadime Ana’nın gözlerine bakıyordum! Gözlerinin etrafında siyaha çalan, mor, yeşil halkalar oluşmuş, ağlamaktan gözleri şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu. Acıdan kararmış gözlerinde ne bir ışık ne de bir parıltı görebiliyordum. O gözlerde sadece acı vardı ve insanı bulunduğu zaman ve mekandan kopartıp, aklını başından alıyordu.
Yıkılmış evim
Gözlerim Fadime Ana’nın gözlerinden odadaki kalabalığa kaydı. Az öncesine kadar acı içinde feryat figan ağlayıp, ağıtlar yakan insanlar susmuş, gözyaşları ıslak yüzlerinde parıldarken sanki Fadime Ana’nın beklenmedik bu isteğiyle öylece kalakalmış, zaman durmuş, onlar da o acıyla donmuş bana bakıyorlardı. Hepsi Fadime Ana gibi Metin’in sazına ses vermemi istiyor, bekliyorlardı. Gözlerim çaresizce onlardan Metin’in sazına kaydı.
Metin’in sazını elime almaksa başlı başına bir acı, bir başka dipsiz duygu sarmalına düşmekti. Onun bir zamanlar üstüne titrediği, sevinç, öfke, acı, umut ve sevdayla türküler söylediği bu saza dokunmak yüreğimi dağlamıştı. O şimdi hayatta değildi, birileri birdenbire onu yaşamdan, anasından, sevdiklerinden, bizden hunharca hem de hiç acımadan çekip almış, geriye yazdığı yazılar, resimler, anılar, yaşanmamışlıkları ve bir de boynu bükük duran bu sazı kalmıştı ve o saz şimdi benim ellerimdeydi. Onun dokunduğu tellere şimdi ben dokunacak, onun bastığı akorlara şimdi ben basacaktım. Allahım bu nasıl dayanılmaz bir şeydi. Ben şimdi bu duyguyla ne çalacak ne söyleyecektim! Düşünmedim. Birdenbire Daye, Daye, Bekesa mı Daye türküsünün notaları ve sözleri döküldü içimden. Anam, anam, anam. Kimsesiz anam. Felek kıymıştır. Kara toprağa gömmüştür. Yıkılmış evim!
Gerisini söyleyemedim. Söylediğim her bir söz, bastığım her bir nota kocaman bir alev topu olup patladı ruhumda ve odada. Öyle ki az önce donup kalmış gibi bana bakan bu insanlar şimdi karşımda çığlık çığlığa, dizlerine vura vura ağlıyorlardı. Ve ben bu ağıtlara, bu acıya daha fazla ses olamadım. Sesim de sazım da sustu. Onlarla birlikte ağladım. Fadime Ana’ya sarıldım, ayağa kalktım. Dışarı çıkarken seslendi bana “Ciğerim, Metinim için de söyle, onun için bir ağıt söyle” dedi Fadime Ana. Evladını polis şiddetine kurban vermiş bir ananın bu isteğine ancak “elbette” denilebilirdi, ben de öyle yaptım ve başımı salladıktan sonra acıyla dolu salondan ayrıldım.
Kıştı. Geceydi. Fadime Ana içerde insanlar dışarıda ağlıyorlardı. İstanbul’a kar yağıyordu. Gecenin ayazına ve kara tezat, benimse içim yanıyordu.
Ertesi gün uğurlamak üzere on binlerce insan katıldı Metin’in cenaze törenine. ‘Metinler ölmez’ sloganıyla inledi İstanbul sokakları. Mezarlıkta Metin defnedilirken Fadime Ana “Weey ben ölim lo! Weey beni de öldürün” diye oğluna veda edip, ağıtlar yaktı. Yürek de can da bu feryatlara dayanamadı. Nasıl dayansın ki? Metin’le birlikte içimizden bir parça orada, Fadime Ana’nın çığlıklarıysa kulaklarımızda kaldı.
Eve nasıl geldim bilemiyorum. Kış geceleri uzun olur, bitmek bilmedi bir türlü. Fadime Ana’nın “Weey ben ölim lo” diyen sesi yankılandı durdu gece boyunca kulaklarımda. Eve sığamaz oldum, bahçeye attım kendimi. Karla kaplıydı bahçe, sessizdi, çıt çıkmıyordu geceden ama Fadime Ana’nın sesi de benimle birlikte gelmişti ve geceyi değil belki ama benim benliğimi parça parça ediyordu. Soğuk hava bile beni kendime getirmeye yetmedi. Yeniden girdim içeri, o vakit duvarda asılı olan bağlama takıldı gözüme, gidip aldım onu asılı olduğu yerden, cam önünde duran koltuğa oturdum. Bağlamamın tellerine dokunduğum anda Fadime Ana’nın Metin’le ilgili kulağıma fısıldadığı tüm o sözcükler ardı ardına dökülmeye başladı dudağımdan. Her bir nota, her bir söz birer ok oldu, vurdu beni yüreğimden: “Ben anayım dayanamam. Yokluğuna alışamam. Gözpınarlarım kurudu. Ey insanlar ağlayamam. Weey ben ölim lo! Metin’im sen ölme, dur ben ölim lo!”
Metin’in yerine ölemedi Fadime Ana. Hiç şüphem yok, elinde olsa her ana gibi, evladı için, seve seve, gözünü bile kırpmadan verirdi canını Azrail’e. Ama Azrail sormuyordu ki analara sen mi yoksa evladın mı? diye. Ve heyhat! Ne acıdır ki, ölen evlatlarla birlikte analar da giriyordu her seferinde diri diri o kabirlere.
Evet, resmi kayıtlara göre Metin öldü. Ama kendinden önce ölen binlercesi gibi o hala bizim içimizde yaşıyor! Fadime Ana ise ölümü hiç konduramadı o gencecik ve babayiğit oğluna. Bugün bile hala, oğlunu gazetede çalışıyor sayıyor.
Bense ağıt yakmak istemiyorum artık Metin’lerin ardından, acılı analarının gözlerine bakamıyorum uzun uzadıya. Ben ki kendimi güçlü bilirim, dünyayı alırım gerekirse karşıma ama yine de susmam. Susamam, yıkar geçerim tüm barikatları tek tek ama ne zaman evladını yitirmiş acılı bir ana görsem karşımda tepeden tırnağa çaresizliğe düşmüş buluyorum kendimi, ağzım dilim lal oluyor, konuşamıyor, susup ağlıyorum. Yedi telli sazımı da alıp düşüyorum yeniden yollara ve yolculuklara ve haykırıyorum meydanlarda milyonlara: Ah! Analar, analar ağlamasın! Yürekler dağlanmasın! Savaşa Hayır! Ölüme Hayır! Barış olsun yarına dair!
“Metin’e Ağıt”ın hikayesidir. Metin’in nezdinde, tüm Metinlere ve Fadime Analara, saygı ve selamlarımla… (FT/EA)
* Bu haber 9 Ocak 2013’te Radikal’de yayımlandı.