Metin Göktepe polisler tarafından adeta linç edilerek öldürüleli yirmi yıl oldu. Bu yirmi yıl içinde Göktepe Davası basın özgürlüğü ve güvenlik görevlilerinin işlediği suçlarda cezasızlık bağlamında çok tartışıldı. Biz de, cezasızlık konusunda yeniden bazı hatırlatmalar yapacağız.
Konuya girmeden önce, diğer konu üzerine bir cümle ile değinmekte yarar var. Devlet hala gazetecileri devletten yana olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırmaya devam ediyor. Devletten yana olduklarını düşündükleri gazetecilere her türlü destek ve iltifatı yaparken, diğerlerini “gazeteci değil terörist” ya da dönemin “kötü adamı“ neyse o sıfatla nitelendirerek işini yapmayı zorlaştırmaya, hakkında yazdıkları ya da yaptığı haber nedeniyle davalar açmaya, işten atılması için gazete patronlarına baskı yapmaya, tutuklamaya ve hatta öldürmeye devam ediyor.
Bu yazıdaki asıl konumuz olan devlet görevlilerinin suçlarında cezasızlık ise bir devlet geleneği olarak hükmünü sürdürüyor. Son günlerdeki “muhasara ve yok etme operasyonu” sırasında, bu operasyona yönelik yayınlanan gizli talimat bu politika ya da devlet geleneğinin uygulama dışındaki önemli yazılı kanıtlarından biri. Talimatta, mehalen operasyon sırasında kendinizi yasalar ile sınırlamayın, silah kullanmam, birini öldürmem ya da yaramamam nedeniyle savcı karşısına çıkarım diye korkmayın, emirlerinizi dinlemeyen ya da en ufak bir direnişte bulunana basın kurşunu diyor.
Muhtemelen 8 Ocak 1996 günü de emniyet amirleri polise benzer bir emir vermişti. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atanan Orhan Taşanlar zaten daha İstanbul’a gelmeden “Kafa koparmaya geldiğini” bir demecinde açıklamıştı. O gün İstanbul’un Alibeyköy semti de polisin muhasarası altındaydı. Karakollarda ve diğer birimlerde zorunlu bir iki görevli bıraktıktan sonra bütün polis güçlerini Alibeyköy’e yığmışlardı Emniyet Müdürü ve diğerleri. Yedi bin polisin o gün bölgede görevli olduğu yazıyordu belgelerde. Yine belgelerde Emniyet Müdürü’nün cezaevinden öldürülen yedi mahpustan üçünün o gün yapılacak cenaze törenine gelen herkesi “yediden yetmişe” gözaltına alın emrini verdiğini yazıyordu.
Yedi yüz küsur kişi gözaltına alınmıştı. Bölgedeki bütün karakollar gözaltına alınanlarla doldurulmuş, yetmemiş Eyüp Kapalı Spor Salonu da gözaltılar için kullanılmıştı. Gözaltına alınanlar arasında avukatlar ve gazeteciler de vardı.
Metin Göktepe Evrensel Gazetesi muhabiri olarak cenaze törenini izlemek üzere öce Cerrahpaşa’ya morga gitmişti. Cenaze arabalarının morgdan ayrılarak Alibeyköy’e doğru yola çıkması üzerine dört gazeteci arkadaş Cumhuriyet gazetesinin aracı ile cenaze arabalarının peşinden Alibeyköy’e geldiler. Burada barikatlarla karşılaştılar. Polis sarı basın kartı olmayan gazetecileri barikatın arkasına geçirmiyordu. Metin gazeteci olduğu konusunda ısrar etti ve Evrensel Gazetesi’nin kendine verdiği basın kartını polislere gösterdi. Polis amiri “alın bunu da” diyerek gözaltı emrini verdi. O günlerde de zaman zaman, hatta çoğu zaman olduğu gibi gazeteciler ve insan hakları savunucuları polisin gözünde yok edilmesi gereken en büyük düşmanlardan biri pozisyonunda idi. Polisin yargısız infaz ve işkence fiillerini haber yaptıkları ve yasaların bu olaylarda işlemesini istedikleri için polisler ve devlet bu iki kesimi sevmiyordu. Bir süre önce polisler Beşiktaş Dolmabahçe’de yürüyüş yapmış ve yürüyüş sırasında silahlarını kınlarından çıkararak ve havaya kaldırarak “kahrolsun insan hakları” diye slogan atmışlardı.
O gün gözaltına alınan herkes dövülüyordu. Fakat, Metin’i Evrensel Gazetesi muhabiri olduğu için, Alevi ve solcu olduğunu düşündükleri için daha fazla dövdüler. Yol boyunca dövdükten sonra, Spor Salonu’nda sahada yere ve tribünlere yatırılan kişilerden ayırarak kömürlüğe götürdüler ve orada da dövdüler. Metin bu linçe varan dövme nedeniyle iç kanama ve beyin kanaması geçirdi. Midesi bulandı, kustu. Metin’in durumu nedeniyle paniğe kapılan polisler amirlerinin talimatıyla Spor Salonu’nun dışına, avludaki büfenin önüne terk edildi. Polis amirleri kısa bir durum değerlendirmesi yaptılar ve cinayeti gizlemek için harekete geçtiler. Derhal herkes serbest bırakıldı. Spor Salonu’nda gözaltında olanların yarısının daha kimliği tespit edilmemişti, kimlik tespitini durdurdular. Metin Göktepe gözaltına alınanlar listesine yazılmamıştı. Zamanın iktidar partisi ilçe başkanı ile İlçe Cumhuriyet başsavcısının durum değerlendirmesi yaptığını söyledi bir polis gizli tanık. Senaryoya göre Metin 7 Ocak sabahı tesadüfen büfenin önünde bir bekçi tarafından bulunmuştu. Dünkü gözaltılarla ilişkisi yoktu. Metin’in ağabeyi İbrahim’i 7 Ocak sabahı savcılığa teşhis için çağırdılar. Metin’in kıyafetlerini gösterdiler ve morga teşhise götürdüler. Metin’in bir hastalığı olup olmadığını sordular. O sabah ben de gittim Eyüp Savcılığı’na bana da Metin’i tanıyıp tanımadığımı ve bir hastalığı olup olmadığını sordu savcı Erol Canözkan. Savcıya göre Metin’in ölüm nedeni bilinmiyordu. Bir hastalık neticesi ölüm (kalp krizi ya da düşme sonucu beyin kanaması) olabilirdi. Oysa, Metin’in vücudunda çok sayıda darp izi vardı. Kafasında yara, sırtınca cop izleri çıplak gözle görülebiliyordu.
Ertesi gün Metin’in gözaltında dövülerek öldürüldüğünü gazeteler yazınca devlet görevlileri hemen haberleri yalanlamaya başladı. Başbakan, İçişleri Bakanı, İstanbul Emniyet Müdürü, savcı vd. Metin “duvardan düşmüştü”, “bir çay bahçesinde oturduğu sandalyeden birden yere yığılmıştı”. Hatta, duvardan düştüğünü bir imam minarede ezan okurken görmüştü. Oysa, Metin’in cesedinin bulunduğu yerde ne duvar vardı, ne de çay bahçesi ve sandalyeler.
Metin’in cenazesi on binlerce kişi tarafından kaldırılmıştı. Yenibosnadan, Esenler Kemer Mezarlığı’na on kilometreden fazla bir yolu yürümüştü insanlar. İlk gün on iki tanık Evrensel Gazetesi’ne gelerek gördüklerini anlattı. Adli Tıp Raporu Metin’in dövülerek öldürüldüğünü kanıtlıyordu. Yalanlar daha ilk gün ortaya çıkmıştı ama devlet uzun süre bu yalanları terk etmedi.
Metin’in katillerinin bulunup yargılanması için on binler seferber oldu. Evrensel Gazetesi, Gazeteciler Cemiyeti, çeşitli gazetelerde çalışan onlarca gazeteci, Emek Partisi ve diğer bazı partiler, Alevi örgütleri, ÇHD, İHD ve diğerleri davanın sonuna kadar takipçisi oldular. Bu ilk defa oluyordu.
Dava İstanbul Adliyesi’nde Ağustos ayında başlayacaktı. Avukatlar davaya hazırlanırken davanın Adalet Bakanlığı tarafından Aydın’a nakledildiğini öğrendiler. Adalet Bakanı Mehmet Ağar idi. Eylül ayında ilk duruşma yapıldı. Sanık 48 polisti. O gün Eyüp Spor Salonu’nda görevli 48 polis Emniyet tarafından savcılığa bildirilmişti. Amirler ve siyasi sorumlular dava dışı bırakılmıştı. İlk duruşma da bir spor salonunda yapıldı Aydın’da. Duruşmayı üç bin kişi izledi. Sanıklar duruşmaya gelmedi. Takip edilmesin, gündemden düşsün diye Aydın’a sürülen davayı üç bin kişi izleyince bu kez Bakanlık davayı Afyon’a sürdü. Afyon halkı davayı izlemez, dışarıdan gidenler de daha az olur sandılar. Fakat, Afyon’da çok soğuk bir kış günü yine spor salonunda yapılan ikinci duruşmaya da üç bin kişi izlemeye gelmişti. Yine sanıklar duruşmaya gelmedi. Avukatların ısrarlı taleplerine rağmen duruşmaya gelmeyen ve cinayet suçuyla yargılanan polisler hakkında tutuklama kararı vermiyordu mahkeme.
Bu kez, duruşmayı Adliye’ye, en fazla otuz kişinin üst üste sığabildiği duruşma salonuna aldılar. Bir sonraki duruşmaya yine binler geldi izlemeye ama artık Adliye’nin etrafında bekliyorlardı.
Bir gün gazetelerden, sanıkların ifadelerinin Eyüp Adliyesi’nde alındığını ve Spor Salonu’nda keşif yapıldığını öğrendik. Mahkeme, müdahil vekillerinin ve müdahillerin haberi olmadan, gizlice sanıkların ifadelerini almıştı. Davayı şehir şehir dolaştırıp halkın gözünden kaçırmaya çalışmaları yetmemiş gibi, bu kez davayı müdahiller ve vekillerinden kaçırmaya çalışıyorlardı. Duruma müdahale ettik ve keşfin bizim de katılımımızla yeniden yapılmasını sağladık ama hala sanıkları görememiştik. Sanıklar tutuklanmıyor ve duruşmalara katılmıyorlardı. Zamanın Başbakanı Mesut Yılmaz bir sonraki duruşmaya sanıkların getirileceğini açıkladı kamuoyu baskısı karşısında. Başbakan da sanıkları duruşmaya getiremedi.
Her duruşmada mahkeme heyeti değişiyordu. Hakimler bu davada görev almak istemiyordu. Nihayet bir gün bir hukuk hakimi duruşmaya başkan olarak çıkmıştı ve sanıklar hakkında tutuklama kararı verdi. Sanıklar tutuklandı ve duruşmaya getirildi. Bu arada, 48 sanıktan 40 ayrılmış, Metin’e vuran kişiler olarak 8 sanık ile yargılama devam etmeye başlamıştı.
Sekiz polise kastı aşan müessir fiil nedeniyle ölüme neden olmak suçunda yedişer buçuk sene hapis cezası verildi. Karar iki tarafça da temyiz edildi. İki kez Yargıtay’a gitti geldi dosya ve yedi polis yedi buçuk sene hapse mahkum edilerek dava bitti. Sanıklar bir buçuk sene kadar hapishanede kaldıktan sonra “Rahşan Affı” denilen erteleme yasası ile tahliye oldular.
İç ve dış kamuoyunun yıllar süren ısrarlı takibi, çok sayıda avukatın yoğun çabası ile ancak böyle bir sonuç alınabilmişti. Avukatlar ve davayı takip edenler sadece Metin’i darp eden sekiz polisin değil, onlara emir veren ve teşvik eden amirlerinin ve cinayeti gizlemeye çalışanların da yargılanmasını, katillerin caniyane saikle adam öldürme suçundan cezalandırılmasını ısrarla istediler. Devlet, devlet memurlarının işlediği suçlardaki cezasızlık geleneğinden bu kadar taviz verebilmişti. O da, böylesine büyük bir mücadele sonucu elde edilebilmişti. Böyle bir mücadele bir de Hrant Dink Davası’nda görüldü.
Dava sonunda verilen cezalar yeterli olmasa da, bütün sanıklar cezalandırılmasa da dava süreci Türkiye demokrasi mücadelesinde önemli bir yer edindi. Devletin, bazı davalarda cezasızlık geleneğinin son bulması ve demokratikleşme için yapılması gerekenleri öğretti. Demokrasi güçleri olarak küçük bir adım attık ama henüz varmak istediğimiz yere ulaşamadık. (KTS/EA)