1960'ların ilk yarısı... Babaannemin "kaynanalığı" altında inleyen annem, benden hayli büyük iki abim ve karakol komiseri babamla Kasımpaşa Neva Sokak, 21 numaralı iki katlı, minik oda, bakla sofa, kagir evimizde "kendi yağımızda" kavrulup gidiyoruz...
Cumhuriyetin kuruluşunun kazazedesi ebeveynlerim...
Ağır yoksunlukların ardından Birinci Dünya Savaşı'nın "Ulusal Tedbirleri" ile de hayli pekişen sıkı para politikalarının gelenekleştiği çekirdek ailemizin tek kızı olarak okula başlıyorum.
Annemin diktiği önlüğüm, küçük abimden kalan kara çantam, defterim, kalemim, silgim vs... Her şey hazır ilk gün için...
Heyecanlıyım; içim içime sığmıyor. Hele son akşam... Sabah olmuyor bir türlü... Gözümü açıyorum, zifiri karanlıkta sokak lambasının ışığında dans eden çiçeklerimizin devasa gölgeleri üzerime geliyor, kafamı yorgana gömüyorum. Üff sabah ne zaman olacak?
İlk günler çok keyifli...
Biraz haşarı, çocuk oyunlarına sokakta katılmasına bezdiresiye sızlanmalar karşısında yarım saatçik ve kapı önünde olmak koşuluyla izin koparabilen ben, okulda sınırsız bir özgürlükle hemhalim artık.
Giderek arkadaşlarımla aramızdaki farklılıkları keşfediyorum.
Benim çoraplarımın burunları, topukları yıpranıp delinmeye yüz tutunca "fark edilmez" yamalar yapıyor annem.
Serpildikçe uzayan bacaklarıma uyum sağlayamayan külotlu çoraplarım birken iki olacağına, iki iken bir oluveriyor. Baldır kısmından kesilip daha yenice olanın diz üstü bölümüne annemin maharetli elleriyle dikiliveriyor.
İşte bu yeni çorabım kısıtlıyor beni artık. "Ayıp"larla tanışıyorum. "Çorabımın" ayıbı görünmesin diye her fırsatta eteğimi çekeliyorum. Çok soğuklarda önlüğümün altına giydiğim pantolon da yine annemin usta ellerinde hayat bulan ters yüz edilip daraltılmış abimin pantolonu. Olsun, onu seviyorum, özgürlüğümü bana geri veriyor.
Arkadaşlarımın kokulu silgileri ve silgili, cicili kalemleri var. "Ayy ne güzel, nereden aldın; bi versene bakayım" gibi cümlelerim çocukça yanıtlanıyor: "Babam aldı, söyle sana da alsın."
Alır mı ki? Elbet alır, beni sever babam.
Kimileri harçlıkları ile gazoz, simit alıyor teneffüslerde.
Simit, gazoz beş kuruş...
Benim harçlığım yok! "Düşürürüm" diye vermiyor bizimkiler.
Bir gün ben de istiyorum o kalem ve silgilerden. "Kaybettim" diye ya da "açmayı bilmiyorsun" diye babamın bolca getirdiği DMO malı kara boyalı kalemlerden, boynuma asılan yuvarlak defter yırtan silgilerden de utanıyorum.
Yüzümü kızartıp ballandıra ballandıra anlatıyorum o kırtasiye malzemelerini... "Ben de istiyorum" diyorum.
Annem "Benim zamanımda..." diye başlıyor; babam "O da kalem, bu da; o da silgi, bu da" diyor.
Ve ardından "Sen memur çocuğusun" diyor. Tamam memur çocuğuyum, biliyorum seviyorlar beni ama benim suçum ne? Suçum ne?
Giyisi hadi neyse, harçlığı da boşver ama ah o silgiler, ah o kalemler!
Sonunda birgün "kafamı çalıştırıp" ilk günahımı işliyorum: Babamın cebinden üç-beş kuruş tırtıklayıp doğru kırtasiye dükkanına koşuyorum.
Arkadaşlarım soruyor:
- Aaaa ne, ne kadar güzeeel, kokulu mu? Nereden aldın?
Ve masumiyetimle vedalaşarak ilk rolümü oynuyorum:
- Babam aldı! (SV/HK)