Geçen hafta İstanbul'da da gerçekleştirilen Türkiye 'küçük' Millet Meclisi toplantısına Türkiye Büyük Millet Meclisin'de (TBMM) anayasa konusunda kurulan meclis ve uzlaşma komisyonları üyesi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Milletvekili Mustafa Şentop da (Prof. Dr.; Kamu Hukuku) bulunuyordu.
Toplantı sırasında Anayasa konusunda yapılan konuşmalar sırasında anayasanın 175. maddesinin gereği olarak bu meclisin anayasa yapmaya yetkisi olduğunu belirtti.
Emin olmak için bir kez daha anayasanın nasıl yapılacağına ilişkin mevzuatın ne olduğunu araştırdım. Anayasa konusunda yürürlükteki mevzuatta mevcut anayasanın kendisinde ve TBMM İç Tüzüğü'nde çeşitli hükümler bulunuyor.
17.5.1987 tarihinde çıkarılan 3361 sayılı yasanın "3. maddesi"yle yeniden düzenlenen mevcut anayasanın 175. maddesinde yalnızca "anayasa maddelerinin değiştirilmesi" konusunda düzenlemeler yapılıyor ve bu anayasa da "yeni bir anayasa"nın nasıl yapılacağına dair herhangi bir düzenleme bulunmuyor.
Mevcut anayasayı amir kabul eden Meclis İç Tüzüğü'nün 93 ve 94. maddelerinde de yine anayasa maddelerinin "nasıl değiştirileceğine" dair düzenlemeler bulunuyor. Söz konusu iç tüzüğün hiçbir yerinde de milletvekillerine "yeni bir anayasa yapma hak ve ödevi" verilmiyor, buna dair bir ayrıntı düzenlenmiyor.
Doğrudan anayasa konusunda bir hüküm olmamasına karşın bir de milletvekilliğinin geçerli olması için edilmesi zorunlu olan "Milletvekili Yemini"nde bu konu "anayasaya bağlılık" şeklinde ifade ediliyor.
Tüm bunları bir arada değerlendirince, şu anda geçerli ve yürürlükte olan mevzuatta yeni bir anayasanın hangi durumda ve nasıl yapılacağına dair herhangi bir amir hüküm ve düzenlemenin varlığından söz etmek olası değil.
Buradan yola çıkarak 12 Haziran'da yapılan seçimle oluşan meclisin bu yetkiyi kendilerine veren bir düzenleme yapmadıkları sürece (ki bu da mevcut anayasa temel alındığında yine olanaksızdır) anayasa yapma konusunda herhangi bir yetkisi bulunmuyor.
Yeni anayasa için fiili durum yaratmak
Bu durum aynı zamanda "fiili durum yaratma" dışında yeni bir anayasa yapma konusunda bir mevzuat boşluğu olduğunu da ortaya koyuyor. O zaman hangi yöntem benimsenirse benimsensin, bunun meşruiyeti ötesinde bir de yasa ile "kanuni (hukuki)" hale getirilmesi gerektiği açık.
Darbeleri yapanlar kendilerini daha önceki mevzuata bağlı saymadıkları için bu konuda bir düzenleme yapmadan istedikleri anayasayı ve yasaları yapma hakkını ve yetkisini kendilerinde buluyorlardı.
Ama belirli bir kurala dayanarak oluşan kurumların dayandıkları kuralları değiştirmeden kendilerine yeni haklar vermeleri ve yetkiler vermelerinin meşru ve yasal olamayacağı açıktır. Eğer bir hukuk ve yasa devletinde yaşıyorsak öncelikle bu genel kurala herkesin uyması gerekir ve demokrasilerde kuralsız eylem olmayacağı için bu aynı zamanda zorunludur da.
"Ben yaptım oldu" yaklaşımı ve düşüncesi ancak "demokrasisi tartışılan" yerlerde ve durumlarda, "darbeci zihniyet"lerin egemen olduğu yerlerde geçerlidir.
Diğer yandan bir de "meşruiyet", onun ötesinde "inandırıcılık" ve buna dayanan "güven" konusu vardır. Seçilmiş insanların kendilerini seçenlere verdikleri sözler vardır. Bu sözler seçildikten sonra yapacakları kadar yapabilecekleriyle de sınırlıdır.
12 Haziran'da seçilen milletvekillerinden cezaevinde olanların dışındakilerin tümü mevcut anayasaya göre "Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma" diyerek yemin etmiş ve anayasaya bağlılıklarını ve sadakatlerini ifade etmişlerdir.
Bu yemin yalnızca mevcut anayasal hükümlere değil, aynı zamanda anayasa hükümleri uyarınca kendilerine verilen anayasada değişiklik yapma yetkisini kullanırken de bu durumun korunması gerektiği noktasında bir zorunluluk getirmektedir.
Başka bir deyişle, mevcut anayasada yapılacak değişiklikler de bu sadakatten ayrılındığı yolunda bir emare taşırsa o zaman da milletvekilinin bu eylemi dayanaksız olacaktır. Buradan çıkacak en önemli sonuç ise açıkça ifade edilmese de dolaylı olarak varılan 1982 Anayasası'na mutlak tabiyet / bağımlılık durumudur.
Seçilen bazı milletvekilleri inanmadıkları ve doğru bulmadıkları bu sözleri açıkça söyleyerek yemin etmişlerdir. Bunun böyle olacağını biliyorlardı ve buna göre davranacaklarını baştan taahhüt ederek oraya gittiler. İnandırıcılıkları ve sağladıkları güven onların bu ettikleri yeminlere sadık kalmaları koşulunda var olacaktır.
Onları buna aykırı davranmaya zorlamak da yalnız onlara değil, aynı zamanda bunu göz önüne alarak onlara oy veren insanlara da haksızlıktır. Onlar ettikleri bu yemine aykırı olarak "sadakatten" ayrıldıklarında, başka konularda da verdikleri sözleri tutmayacaklarını ifade etmiş olacaklar. En azından kendileriyle ilgili böyle bir kuşku ortaya çıkmış olacaktır. Bunu yapmaya da, yapılmasını istemeye de kimsenin hakkı olamaz.
Diğer yandan aslında eğer bu mecliste de çoğunluğa sahip olan AKP gerçekten yeni anayasa yapma isteğinde olsaydı, bir çözüm bularak kendilerini bağlayan o yemini etmekten alıkoyacak bir yöntem bulmalıydı.
Bir önceki meclis görevdeyken bunu yapma hak ve yetkisine sahipti; ama varken, 12 Eylül 2010 değişikliğinde bura dair bir düzenleme de yapmadığı için aslında amacının da, niyetinin de "yeni bir anayasa olmadığı"nıortaya koymuştu. Bu tutum aslında "12 Eylül Zihniyeti"nin fiilen sürmesi demektir ve bu sürece rıza olmanın, buna zemin ve olanak tanımanın da bir ifadesidir.
Değişiklik yaparken de bağlılık gerekiyor
Yukarıda söz ettiğim toplantıda anayasanın 175. maddesinin verdiği yetkiye göre mevcut meclis ancak anayasayı değiştirebilme yetkisine sahiptir. Bu hak ve yetkisini, anayasanın değiştirilemeyeceği 4. maddesinde ortaya konulan hükümleri dışındaki tüm maddelerini değiştirerek kullansa ve bu yolla "yeni bir anayasa" yapmaya kalksa bile (ki bu da ancak mevcut anayasaya sadakatten ayrılmamak kaydıyla olabilir) yapılan bu anayasa adıyla da, resmi durumuyla da yine "12 Eylül Anayasası" olacaktır.
Kayıtlarda ve belgelerde değiştirildiği tarih ve ilgili karar konulacak ama başında anayasanın halkoyuna sunulduğu tarih, kesinleştiği tarih olarak 1982 Anayasası'nda yazılanlar kalacaktır. Dolayısıyla eğer mevcut mevzuata dayanarak bir anayasa yapılacaksa bu yapılan anayasa değiştirilmiş "yeni" haliyle "yine" 1982 anayasası olacaktır.
Meclis çoğunluğunu elinde tutan AKP'nin mevcut anayasaya dair yakınmaları, demokratikleşme ve özgürlüklerin çoğaltılması, çoğulculuğun sağlanması ve evrensel ilke ve kurallara göre yaşayan bir toplum olunması temelinde değildir.
2010'da yaptığı değişiklikler de, parti programlarında önceledikleri de, mevcut uygulamalarındaki yönelimler, yaptıkları ve gerçekleştirdikleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Toplumun tüm unsurları gerekli çoğunluğa sahip olmasa da bu konuda çoğunlukla eşit haklara sahiptir; asla yanılıp bir oyuna gelmemeli, getirilmemelidir.
Aslında samimi olunması gerekirse Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de 1982 Anayasası'ndan çok fazla yakındığı söylenemez. 30 yılı aşkın bir zamandır buna dair "eylemli" bir talepte bulunmamaları bunun en somut kanıtıdır.
Bağımsız adaylar olarak seçilen ve sonra Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) çatısı altında toplananların ise 1982 Anayasası'nın en çok mağdur ettiği kesim olarak "anayasa değişikliği ile yetinme" noktasında olmaları beklenemez. Yeni bir anayasa yapmayı kendileri için zorunlu kılan gereksinimlerine karşın bunu mevcut meclis çatısı altında ve yine mevcut mevzuata göre yapması bir anlamda kendisiyle çelişmeleri demektir.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi meclisin oluşma biçiminin toplumun tüm kesimlerini temsil etmekten alıkoyduğu, toplumsal bir uzlaşma metni olması gereken yeni anayasanın bu koşullarda ve bu yöntemle ancak güçlülerin pazarlığı şeklinde yaşanacağı ve bundan uzak bir metin oluşacağı açıktır. Dolayısıyla bu meclisin "yeni bir anayasa" yapma yetki, görev ve sorumluluğu yoktur.
1982 anayasasıyla uzlaşanlar şimdi azınlık
Zorla ya da rızayla oy verseler de 1982 Anayasası'na "evet" diyen % 92'lik kesim artık bu ülkede çoğunluk değildir. Bu da önemli noktalardan birisidir.
1982'den bugüne kadar geçen süreçte dünyanın ve buna koşut olarak bu toplumun geçirdiği değişim ve eriştiği niteliği bir yana koysak da, bir anayasa metinde uzlaşması gereken fiilen farklı bir toplum olduğumuzu mevcut nüfus istatistikleri de göstermektedir.
Bu aslında simgesel olsa da dikkate alınması gereken ve anlamlı ölçütlerden birisidir.
1982 Anayasası oylanırken buna dair görüş bildirme hak ve yetkisine sahip olanların sayısı şu anda mevcut toplumda yalnızca % 20'lik bir nüfusa karşılık gelmektedir. Başka bir deyişle şu anda Türkiye'de yaşayanların % 80'inin bu antidemokratik anayasa konusunda hiçbir sorumlulukları yoktur ve onlar açısından geçerli bir uzlaşma metni olup olmadığı belirsizdir.
Benzer durum aslında biraz farklı oranlarla olsa da meclis için de söz konusudur. Milletvekillerinin yaş gruplarına bakıldığında, onların % 40'ının bu anayasa halkoyuna sunulduğu sırada dünyada bile olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla bu milletvekillerinin söz konusu Anayasa'yla ilgili en ufak bir alâka ve sorumlulukları bile yoktur; daha doğru bir deyişle bu anayasa onlar için üzerine doğdukları "dayatılmış" bir anayasadır.
Onları mevcut anayasayı yalnızca değiştiren bir konumda bırakmak da onlara yapılmış bir haksızlık olacaktır.
Sonuç olarak yeni bir anayasadan önce meclisin önündeki görev gerçek bir "toplumsal uzlaşma"yı sağlayacak bir anayasanın nasıl yapılacağına ve değiştirileceğine dair bir düzenlemeyi yasal ve hukuki, bir metne dönüştürmektir.
Bu yapılmadan ve/veya gerçekten tüm toplumun birlikte yaptığı bir anayasaya yapma sürecini tanımlayıp girmeden yapılan her şey 12 Eylül anayasasında ısrar ve bunu pekiştirmek anlamına gelecektir. (MS/IC)