Üzerinden üç-dört sene geçti sanırım. Kasvetli bir sonbahar günü, can sıkıntımı nasıl hafifletirim diye düşünürken yeni bir dil öğrenmeye karar verdim. İkinci kararıma ise bugünden dönüp baktığımda “iyi ki” diyorum: Bu coğrafyada konuşulan dilleri öğreneceğim! Ancak Kürtçe öğrenmek üzere yola çıkmamla, Kürtçe ders kayıtlarını kaçırmış olduğumu görmem bir oldu. Bunun üzerine kontenjanı dolmadığı için kayıtları devam eden Lazca derslerine kaydoldum. İşte Lazlarla ve Lazcayla tanışıklığım böyle başladı ve bu başlangıç beni doktora tezim için Lazona’ya doğru götürdü.
Nilüfer Taşkın’ın Lazlarla ilgili çalışmalarıyla bu güzergâhta karşılaştım. Taşkın’ın Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hazırladığı yüksek lisans tezi, sık sık dönüp baktığım çalışmalarından biri oldu ve Bu Bir İsyan Şarkısı Değil! - Lazlar, Kimlik, Müzik adıyla güncellenmiş bir biçimde geçtiğimiz ay İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Taşkın, çalışmasında, Laz kimliğinin son 20 yıldaki değişimini “2000’lerden sonra büyük kentlerde kamusal alanda görülen kültürel performanslar” üzerinden incelemeyi ve “bu performansların var olan kültür, kimlik politikalarını eleştirmeye katkı sağlayıp sağlamadıklarını” sorgulamayı hedefliyor. Çalışmasını da Laz kimliğinin günümüzdeki çerçevesini genişçe çizen bir metin halinde kurguluyor. Kimlik teorisi, milliyetçilik, müzik, çokkültürlülük, ekonomi-politik ve performans teorisi üzerinden, Nükhet Sirman’ın yazdığı önsözde de ifade ettiği gibi, okuyucuyu bir “yolculuk hikâyesi”ne çıkarıyor. Bu yolculukta aydınlar, dansçılar, müzisyenler, seyirciler ve müzik endüstrisinden insanlarla görüşmeler yapıyor; albüm, dergi, kitap, gazete söyleşileri gibi metinleri analiz ediyor; sosyal medya ağlarında yapılan yorumlara ve belgesellere uzanıyor; en önemlisi de kişisel deneyim, gözlem ve notlarını paylaşıyor. Elde ettiği verileri birinci/ikinci kuşak Lazlar, Laz aydınları/“sıradan Lazlar”, Lazlar/Kürtler, Karadeniz rock müziğinin “merkez”i/“çeper”i eksenlerinde, karşılaştırmalı olarak analiz ediyor. Taşkın’ın çalışmasında çizdiği bu geniş çerçeve, genç araştırmacıları Karadeniz’de kimlik ve kültür konularına, “mayınlı tarla”ya adım atmaya ve sorulan soruların bir ucundan tutup içinde kaybolmaya davet ediyor.
Deneyimden araştırmaya
Her araştırmanın uzunca bir hikâyesi vardır. Bu hikâye için, odağı araştırmacının kendisine çevirmek ve zamanda biraz geriye gitmek gerekir. Bu bakımdan Taşkın’ın okuyucuyu çıkardığı yolculuk, Laz bir ailenin ferdi olması itibarıyla kendisinden başlıyor ve zaman içinde biriktirdiği deneyimlerle şekilleniyor. Bu farkındalıkla “kişisel deneyiminin arkeolojisini” yapan Taşkın, 1990’lı yılların sonlarına doğru Birol Topaloğlu’nun “Heyamo” albümünü dinlemesini kendisi için bir kırılma noktası olarak tarif ediyor ve bu albümden sonra kimlik konusuna ilgi duymaya başladığını ifade ediyor. Bu ilgisini ve devamında araştırma sorularının oluşmasında içinden geçtiği süreci, Joan W. Scott’un “deneyim” kavramsallaştırması ve Meltem Ahıska’nın bahsettiği “kendinden/kendi olamayışından kaçış” duygusu üzerinden masaya yatırıyor.
Böylece, kitabı okurken, İstanbul’a ilk taşındığında “da” nidasıyla konuşmaması için uyarılan, şarkı söyler-horon oynarken Lazca konuşan, ama mesele siyasete gelince İstanbul aksanına geçiş yapan, İstanbul’daki komşularına Laz mutfağından yemekler yapmaktan imtina eden annesinin izini taşıyan, katıldığı radyo programında “Laz halkı” yerine “Lazlar” denmesi istenen bir Nilüfer Taşkın ile karşılaşıyoruz. Bu örneklerle, hem ulus-devletin kimlik ve kültür politikalarının yansımaları ete kemiğe bürünüyor hem de bir araştırmacının araştırmasını kurgulama sürecinin kişiselliğine şahit oluyoruz. Pozitivist paradigmayla bir kenara itilen, yok farz edilen araştırmacı resme dahil oluyor ve araştırma, araştırmacısını buluyor.
Stratejiye ve konuma göre değişen kimlikler
Taşkın, kimliği “stratejiye ve konuma göre değişen bir kavram” olarak ele alıyor ve kimliğin “hâkim söylemler ile onlara karşı geliştirilen söylemlerin arasında” şekillendiğini ifade ediyor. Bu doğrultuda, “Lazcanın kamusal alanda kullanmasının yasaklanması, geliştirilmesinin engellenmesi, yer adlarının ve sülale adlarının değiştirilmesi, Laz kimliğinin belli folklorik kalıplara sığdırılıp ona aşağılayıcı özellikler atfedilmesi” gibi devlet politikalarını sıralarken, bir yandan da Lazların bu politikalar karşısında aldıkları tutumları, uyguladıkları stratejileri çalışmasına yayıyor. Böylece, kimlik sımsıkı tutulamayacak kadar akışkan ve içine sıkışıp kalınamayacak kadar değişken bir hal alıyor. Taşkın’ın kimlik ve kültürü “karma”, “parça parça”, “değişip duran” bir inşa olarak ele alması ve melezliğe, karşılaşmaya ve harmanlama imkânlarına vurgu yapması, toplumsal barış için ihtiyaç duyduğumuz siyaset dili için de güzel bir başlangıç noktasına işaret ediyor. (AE/ÇT)