“Cinayeti kör bir kayıkçı gördü” ve hiçbirimiz orada yoktu öyle mi? Hiç sanmıyorum. Cahilliğimi mazur görün ama en basitinden ve hafifinden, bu ülkedeki erkeklik üzerine yazılmış tek değerli ve ciddi kitabın bir kadın akademisyen tarafından kaleme alınmış olması --- ki bundan daha doğal ne olabilir ki yargısına da sonuna kadar katılıyor olmakla beraber--- biz “entelektüel” ve sözüm ona militarizm, cinsiyetçilik ve ırkçılık karşıtı olan erkekler adına “küçük” de olsa bir şeyler anlatmıyor mu? Bir başka deyişle, konforuna yaslandığımız hâkim erkeklik biçimiyle yer yer çatışma içerisine girsek de onunla sözlü ve yazılı esaslı bir hesaplaşmayı ne kitaplarda, ne sokakta, ne ilişkilerimizde, ne de toplumsal hayatta yap(a)mamış olmamız, bizlere dair bir şeyler söylemiş olmuyor mu? Kendimizi hiç kandırmayalım. Biz onu ne kadar duymak ve görmek istemesek de, maruz kalanları öldüren, yıldıran, bunaltan ve öfkelendiren, parçası olmadığımız yanılgısına sahip olduğumuz erkekliğimize dair bir söz ve tavır üret(e)memek, başta beraber olduğumuz kadınlara olmak üzere tüm hayata, bizlere dair ne çok şey söylüyor olmalı.
Nasıl bir erkekliği yeniden ürettiğimiz ve ne tür bir erkeklikten kendimizi kurtarmak zorunda olduğumuz sorusunu ciddi bir biçimde yanıtlamadan, Türkiye’de hayatın artık geneline sinmiş olan bu despotik ve saldırgan eril tahakküm biçimine hangi yollardan katıldığımızı görmemiz mümkün değil. Kuşkusuz bizler de, “okuyan”, “ince ruhlu”, cinsiyet eşitliğine “duyarlı” erkekler olarak ondan nasibimizi gündelik karşılaşmalarda, askerde, trafikte, sokakta alıyoruz, ama bir de bizim payımıza düşenlerle kıyaslanamayacak olan ve yanında bizimkinin sözünün edilmesinin dahi abesle iştigal olduğu düzeyde bir şiddete ve nefrete konu olan kadınlar var. Bir de “duyarlı”, “ince ruhlu” ve “romantik” olduğu iddiasında olan bizlerin de parçası olarak ürettiği azgın, saldırgan ve artık sorgusuz sualsiz kadın bedenini kontrole, disipline etmeye ve cezalandırmaya yönelmiş, hegemonik bir despotik erillik var bu topraklarda. Fakat onu sadece saf şiddete indirgemek fazlasıyla basitleştirici olduğu kadar, bu tahakküm tarzının bir toplumsal ilişki biçimi olarak nasıl derinlere nüfuz ettiğini ve onun bastırma, koruma, düzen verme ve tabii kılma gibi pek çok eylem/biçim içerisinde nasıl yeniden ve yeniden üretildiğini görmemizi de olanaksızlaştırıyor.
Sadece kadın-erkek ilişkilerini hiyerarşik bir tarzda kurarak değil, daha derin bir şekilde yaşamın siyasal kuruluşuna demir atmış, kadından aileye, oradan da devlete çoklu hatlar çeken bir tahakküm tarzı ile karşı karşıyayız. Bu tahakküm biçimi, tam da arzunun özgürlükçü güçlerinin bastırılmasını aileyle buluşturabildiği, çıkar ağları aracılığıyla toplumsal hayatın her alanında kendini pekiştirebildiği ve son derece “kırılgan” erkekliklerimizi kolayca devletli kılabildiği için hem mikro hem de makro alanda kolayca kanıksanıyor ve sürekli dolaşımda kalıyor. Yaşamı kontrol için kadın rahmine yönelirken, kadın bedenini biyo-politika ile thanato-politikanın (ölüm siyasetinin) buluşma noktası haline getirerek aşırı siyasallaştıran, devletin gücünü doğurganlıktan, üremeden ve nüfustan aldığını iddia ederken, doğurganlığa, üremeye ve dolayısıyla da kadın bedenine nizam vermeyi son derece doğallaştıran ve iktidar halkalarıyla ve tabii ki onların taşıyıcısı olan bizlerle her yere taşınan bir tahakküm tarzı söz konusu. Bu hegemonik erkeklikle aramızda duvarlar olduğunu iddia ederken bile, bu konuda asıl karar verici ve söz hakkı olanlardan, yani kadınlardan sözü bir kez daha gasp ettiğimizin de farkında değiliz. Bu farkında olmamalar, kayıtsızlıklar, görüp geçmeler ve meseleyi ciddi siyasal ve toplumsal bir sorun olarak tarifle(ye)memeler, aslında gündelik hayatımızın nasıl da onunla dolup taştığının bir göstergesi değil mi? Hal bu iken, nasıl hızlı paylaşımlar, retweetler ve galiz küfürlerle refleks veriyoruz?
Oysaki evden sokağa, işyerinden yatağa her alanda buyuran ve buyurgan olduğu ölçüde giderek daha da saldırganlaşan, değdiği her yeri, her bedeni ve her toplumsal ilişkiyi tahakküm altına alma gayreti içerisinde aralıksız “güç isteğiyle” dolan, okuldan kışlaya, sokaktan yatağa biteviye “hemcinsini” erkeklik testinden geçire geçire daha da hiddetlenip şiddetlenen ve dolayısıyla da taciz ve tecavüz ederken ve bilhassa da kadınları öldürürken “kutsal mazlumluğun” halesiyle donanan bu erkeklik biçimiyle hesaplaşmak için ne yaptık demeden, bu yasın ve isyanın parçası olmaya ne hakkımız ne de yüzümüz var.
Bu eril tahakkümle asap bozucu karşılaşmalarımızda dahi cinsiyetçi küfürler eder ve gündelik hayatımızda onu sürekli görmezden gelirken sormamız gerekmez mi: Nasıl bu kadar kolayca sanal âlemde ve kamusal ortamlarımızda kadın cinayetlerini, tacizi, tecavüzü lanetliyor ve işin içinden kolayca sıyrılıyoruz? Belki de kendi günahlarını örtmek için olsa gerek hemen lince girişen ve tam da öldürmek, kontrol etmek ve baskılamak isteyen bu zihniyetle ilişkili olduğunu göz ardı ederek idam isteyen güruhun parçası olmamak ya da bu memlekette ortalama bir erkeği temsil ettiğinin çok iyi farkında olduğumuz katili canileştirerek, durumu ve katili istisnalaştırmak içimizi rahatlatıyor. Bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere, son on yılda giderek artan kadın cinayetlerine karşı ne yaptığımızı, ilişkilerimizde bu hâkim erkeklik biçiminin ötesinde karşı cinsle, cinsiyetlerle, eşitlikçi ilişkiler kuran bir erkeklik biçimini üretmek için ne tür bir çaba gösterdiğimizi, devletle kol kola giren ve her geçen gün kadınlar açısından daha da bunaltıcı, yıldırıcı olan bu eril tahakkümü yıkmak için kendi cephemizden nasıl bir perspektif geliştirdiğimizi sorgulamaksızın, kadınların yürüttüğü bu protestoya katılmaya ne hakkımız ne de yüzümüz var zannımca.
Giderek şiddetlenen, hoyratlaşan ve vahşileşen bu eril tahakküm tarzına karşı yapacağımız ilk şey, vereceğimiz ilk refleks, --katili lanetlemekten önce ki bunu bile yapamayanlarla ne yazık ki aynı evrende “yaşamak” zorundayız---, bu cinayetlere doğrudan ya da dolaylı ortam hazırlayan kendi tutumlarımız, zihniyetimiz ve davranışlarımız üzerine düşünmek olmalıydı. Çünkü sadece hükümet politikalarını, erkekliğin içerisine girdiği krizi, yükselen muhafazakârlığı sorumlu tutmak, her ne kadar artan kadın ölümlerinde bütün bu etkenlerin ciddi bir rolü olsa da işin kolay tarafı. İşin bir de zor tarafı var. En iyi ihtimalle bu erkeklikle mücadele etmek için cesaret gösteremeyen ve en kötü ihtimalle de bu ilişkilerin birer parçası haline gelen biz erkekler varız. Bu yazı kendim ve “bizim” gibi erkekler için, oysa biliyorum ki biz “hep sonradan” olay mahalline intikal edeceğiz; çünkü gidişat gösteriyor ki hiç oradan ayrılmak gibi bir niyetimiz yok. Ne eksik ne fazla!
* Zafer Yılmaz, Dr., Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi