Soruşturmaların başladığı, tutuklama kararlarının verildiği ve kararın açıklandığı günlerde “çok önemli” bir dava olduğu anımsanan Ergenekon davası bitti. Herkesin gözü önünde ve gözlerden ırak devam edip gidiyordu. Duruşma tutanaklarına göre “bağımsız girişi olan” ve belki de bazı “sanıklar için çıkışı olmayan” Silivri Cezaevi'nde kurulu mahkemede sürüp giderken yarattığı olaylarla herkesin hayatının bir parçası olmuştu. Neredeyse artık her toplumsal olayın “faili” sayılıyordu…
Siyasetçiler politikalarını yargılanan sanıklar üzerinden sürdürüyordu. Başbakan davanın savcısı, muhalefet lideri ise avukatı olmuştu.
Karar açıklandıktan sonra konuşmalar ve yorumlar başladı. Herkes daha temyiz aşaması bulunduğu söylüyor ama olanlar oldu. Çok ağır cezalar verildi. Açıklanması hukuken mümkün olmayan ancak siyaseten açıklanabilir ömür boyu cezaların ağırlığı herkesi ve ateş düştüğü yeri yaktı. Şimdi bu kararın yarattığı ortamda karar tartışılıyor. Çok tartışılacak.
Karar, beklendiği gibi birçok kişi tarafından alkışlarla karşılandı. Başbakan’ın “bilim insanı” olan siyasi danışmanı davanın adını koydu: “Ergenekon davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır”.
Hiçbir ceza davası “öç alma” davası değildir. Ceza davaları öç almak için açılmaz. Ceza yargılaması hesaplaşmak için yapılmaz. Mahkemeler, yargılama yapar. Tekrar ifade edersek eğer; hiçbir mahkeme “terörle hesaplaşmak” veya “terörle mücadele etmek” ve herhangi bir hesaplaşmayı görmek için kurulmaz. Mahkemelerin böyle bir görevi yoktur. Anlaşılan bu dava birileri için “hukuki hesaplaşma” yeriymiş. Hem de “Cumhuriyet tarihinin en büyük ” hesaplaşma arenasıymış da biz bilmiyormuşuz…
Hakikatleri araştırmak ve ortaya çıkarıp yargılamak ceza adaletinin var oluş nedenidir. Ama geçmişle yüzleşmek başka bir şeydir. Geçmişle yüzleşmek için ilk adım, tepeden tırnağa “hakikatleri” araştırmak, soruşturmak ve bulup ve ortaya çıkarmaktır. En nihayetinde yargı, yapacağı muhakeme faaliyeti ile faşizmin geçmiş “hakikatlerini” mahkemede yargılar. Bu yargılama sırasında önceden bulunamamış yeni “hakikatler” gün yüzüne çıkarılabilir. Yargılama somut delillere dayanılarak yapılır. Sonunda “hüküm” kurulur. Mahkeme, yargılanan insanların “teminatıdır”. Hüküm, hukukidir ve kamuoyunun vicdanında yeri vardır. Ama hukuku kullanarak “hesaplaşmak” hukukta yeri olmayan bir yoldur ve sonra da bu yolla “hesaplaşmayı” seçenlerde bazen “korku yaratır”. Hakkında mahkûmiyet kararı verilen sanıkların kamuoyu vicdanında aklanmalarının sonucudur bu. Hesaplaşmada taraflar vardır ama adil yargılanma hakkının tarafı yoktur. Çünkü tek meşru dayanağı demokrasi, hukuk ve insan haklarıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin 04.07.2013 tarihli (Esas No:2012/100, Karar No:2013/84) kararı ile Türk Ceza Kanunu’nun örneğin Madde 309 (anayasayı ihlal), 311 (yasama organına karşı suç), 312 (hükümete karşı suç), 314 (silahlı örgüt) suçlamalarından dolayı yargılanan ve suçluluğu henüz sabit olmamış kişilerin on yıl gibi uzun bir süre boyunca özgürlüklerinden mahrum bırakılabilmesine imkân tanıyan Terörle Mücadele Kanunun 10. maddesindeki “kanuni” düzenlemeyi Anayasaya aykırı görerek iptal etti.
Anayasa Mahkemesi; ceza yargılamasına ilişkin kuralları ve bu kapsamda suç türlerine göre tutukluluk sürelerini belirlemek kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında bulunmakla birlikte; tutukluluk hali için kabul edilen on yıllık sürenin “demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek kadar uzun olduğu” ve “bu yönüyle tutuklamanın adeta bir ceza olarak uygulanabilmesine imkân tanınarak” kişi özgürlüğü ve güvenliğinin ihlal edildiğine karar verdi.
Anayasa Mahkemesi bu kararının gerekçesinde şöyle bir tespit yapmaktadır:
“Ceza hukukunun, toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla ceza ve ceza muhakemesi alanında sistem tercihinde bulunulması devletin ceza siyaseti ile ilgilidir. Bu bağlamda hukuk devletinde, ceza hukukuna ilişkin düzenlemeler bakımından kanun koyucu Anayasa'nın temel ilkelerine ve ceza hukukunun ana kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, toplumda belli eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayıldıkları takdirde hangi çeşit ve ölçülerdeki ceza yaptırımlarıyla karşılanmaları gerektiği, hangi hal ve hareketlerin ağırlaştırıcı ya da hafifletici öğe olarak kabul edileceği gibi konularda takdir yetkisine sahip olduğu gibi ceza yargılamasına ilişkin kurallar belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi, yargılama usulleri ve yapısı hakkında da Anayasa kurallarına bağlı olmak koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisine sahiptir.”
Ceza kanunlarını, ceza usul hükümlerini, cezaları, uygulamaları ve neyin suç olup olmadığını belirlemek yasa koyucunun işidir. Devletin “ceza siyaseti” olmalıdır.
Ömre bedel cezalarla toplumsal barış veya kişi hak ve özgürlükleri korunabilir mi?
Oysa Türk Ceza Kanunu, kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzeni ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak ve suç işlenmesini önlemek amacıyla yapılmıştır (Madde 1).
Türk Ceza Kanununun ve ceza usul kurallarının insanları cezalandırmak ve “hesaplaşmak” için kabul edilerek uygulamaya konulduğu ve bunun için özel mahkemeler kurulduğu bir kere daha anlaşılmıştır.
Dünya ceza kanunları ise insan temel hak ve özgürlüklerini korumak için yapılan “son çare” hukukunun çağdaş anlayışına uygun olarak yeniden yapılmaktadır.
Devletin cezalandırma yetkisi sınırsız değildir, demokrasi ve insan hakları ile sınırlıdır.
Ceza kanunları en nihayetinde insanlar için yapılır, ceza muhakemesi “cezalandırmak”, “öç almak” ve “hesaplaşmak” için yapılmaz. (Fİ/HK)