Yunan tanrıları hakkında bir hikaye vardır. Sıkılmışlardı ve insanoğlunu yarattılar. Ama sıkıntıları geçmedi. Böylece aşkı yarattılar. Artık daha fazla sıkılmıyorlardı ama yine de aşkı denemeye karar verdiler. En sonunda bunlara katlanabilmek için kahkahayı yarattılar.
Feast of Love (Sevgi Ziyafeti) 2007 tarihli ve kitaptan uyarlama bir film. Biraz yıllanmış ve gözümden kaçmış olan film, daha ilk sahnelerinde yönetmene, senaryosuna ve oyunculuklara karşı dikkatli olmak gerektiğini hissettiriyor. Film, aşkın ne olduğunu tartışmıyor, birine karşı duygularından emin olan ve bu duygularına sahip çıkan insanları, onların kıvranışlarını eğip bükmeden, nazikçe, rahatça anlatıyor. Film, evdeki sorunlar yüzünden başka bir ilişkiye başlamış ancak bunun hata olduğunu hemen fark edip vaz geçenlerden bahsetmiyor. Evdeki dengedeki hayatına asla zarar vermeden dışarıda ustaca yaşayan hissizleşmişlerden de bahsetmiyor. Cesaretten bahsediyor.
Lanet mekanda değil, insandadır. İnsanların kendilerini açığa vurmadıkları, vuramadıkları mekanlardadır lanet, kendilerinden kaynaklı olsun ya da olmasın birilerinin acılarına kayıtsız kalmaktır lanet, gizli hayatlar yaşayanlardadır lanet, yapılan yanlışlara rağmen sessiz kalmaktır lanet. Lanetli olan ev değil; tam aksine, eve taşınan insanların beraberlerinde getirdikleri ya da hep o evde yaşayanların içlerinde taşıdıkları kişisel ve ortak lanetleri açığa çıkarıp, yüzleştirerek laneti bozandır ev. Aksi halde, çoğu evde olduğu gibi insanlar yüreklerinde ve bilinçlerinde lanetlerini saklarken çürüttükleri yarınlarıyla evde yaşamaya devam edebilirlerdi.
“bir başka yolculuk dalından düşmek yere / yaşadığından uzun.” (Can Yücel)
Film, The Bridges of Madison Country’de Streep’in gözünü kırpmadan eşiğe yöneldiği ancak devam ettirmediği adımlamayı, bambaşka bir dönem ve formlar üzerinden devam ettirmeyi deniyor. Eastwood kadının kendi kişisel, geleceksel kaygılarından ziyade, çok daha farklı, anlaşılır ve kabul edilebilir nedenlerle o adımı attırmamıştı. Sevgi Ziyafeti ise, kadınların geçici konaklaması için “elverişli” bir örneklem olan Bradley üzerinden bu adıma yön vermeye çalışıyor. Kalıcı konaklayanların dışarıda yaşadığı hayatlar ve dört ayak üzerine düşerken her defasında harcadıkları enerji ise kapsam dışı.
Jenny için Bradley’i terketme hazırlığında olan Kathryn 8 yıldır evli olduğu Bradley’e gözlerinin rengini soruyor ve Bradley yanıtı bilmiyor. Ama bir sorun daha var; Kathryn’in bu sorusu 8 yıldır hazırda mıydı, yoksa bu soruyu Jenny mi açığa çıkardı! Bradley ne 8 yılda Kathryn’i, ne de birkaç günde Diana’yı, ne de Margit’ı tanıyor. Onun karşıdakini tanıma gibi derdi, niyeti yok, o sadece aşksızlıktan ve yalnız kalmaktan korkuyor, ki buna köpeksizlik bile dahil. Bradley böyle biri ve hep de öyle olacak, gözlerini asla açamayacak.
Bradley aslında çok şanslı çünkü evli olduğu her kadın hem eski sevgilisiyle ya da aşık olmak üzere olduğuyla görüşüp, hem de evdeki yaşantısını korumaya çalışmıyor (Diana, David sayesinde uzak duruyor) ancak, duygularından emin olunca da adım atmakta duraksamıyor. Kathryn ya da özellikle Diana‘nın Bradley’e sevgisi hiç yok ve hiç de olmamış. Jenny olmasaydı, Kathryn daha ne kadar böyle yaşayabilirdi; belki de ömrü boyunca. Kathryn, telefondaki sevgilisiyle konuşmaya devam etmek için diğer odaya geçerken kocasının eline dokunuyor ancak, artık her üçü için de hayat eskisi gibi olmayacak. Her iki kadının mutlu olmak için ya da ellerinde olmadan attığı adım olumlu olabilir ama bu adımlar gelişimi itibarıyla Bradley’de sarsıcı etki yapıyor. Birileri mutlu olurken, Bradley’in ne yaşayacağı hiç umursanmıyor, hatta kapı çarpılmadan önce suçlanıyor ve aşağılanıyor. Bradley ise her terkedilişten sonra karşısına ilk çıkan kadına hep aşık oluyor. Burada şu sorulabilir mi; bir başkasına aşık olmuş ya da olmakta olan bu kadınlar öncelikle Bradley’i mi avutmalı ve Bradley ayrılığa hazır olunca mı ondan ayrılmalı!
İnanılan kadın olgusunun dışına çıkan filmdeki kadınlar hamle zamanı geldiğinde tutarlı ve kararlı kişilik gösteriyor, kısa sürede erkeklerden çok daha net tavır sergiliyorlar; özellikle filmin hemen hemen en sağlam karakterlerinden biri olan David’e nazaran. Belli ki, iki kadın da Bradley ile onun olanakları için evlenmemişler ancak, özellikle Diane aşık olduğu için de evlenmemiş. Film, başlangıçtaki ilgi alanını sabitleyerek konuyu dağıtmıyor ve tartışmayı ısrarlıyor; duygular karşılıklı olduğunda ve bundan emin olunduğunda eski yaşamlarını korumaya çalışmama. Film şöyle diyor, “Aşık olmuş, hepsi bu. Bir dakika önce evliydi, bir dakika sonra ne kadar uğraşsa da önünde duran kadını görmezden gelemedi.” Bu özetleyiş Ahmed Arif’in “ Erkekçe olsun isterim; dostluk da, düşmanlık da” dizelerini akla getiriyor.
Evli olarak ya da olmadan varsıl bir başkasıyla aynı evde ve kendi çocuklarına da sahip olarak ya da olmayarak yaşayan ortalama gelirli bir erkek ya da kadının ‘elektrik, su ve kira ödemediği için o evde kaldığını, çocuklarına annelik/babalık sergilediği sürece o evde yaşamaya devam edebileceğini bilerek’ profesyonel yaşayan var mıdır? İster uzun eksantrik Siyam gezisinden sonra, ve aksilik bu ya Seycheller’e bile uğrayamadan, yaz boyu Mallorca’daki yazlıkta da kaldıktan sonra güz başlangıcında Antalya’da yiten ve seneye de kısmetse Amerika ve ardından Mars gezisi düşleri kuran Cihangir’de yaşayan biri olsun, isterse de yalnızca temel ihtiyaçları karşılığında Çinçin’de yoksul ve yoksun bir odacıkta yaşayan bir diğeri olsun. Tam da Can Yücel’in dediği gibi, “Sırf yeme, içme ve barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.” Yücel’in bu mısraları kim için ağır olabilir; istismar eden mi, edilen için mi? Yoksa böylesi yaşantılara bir üçüncü kişi (oynaş, metres, jigolo, zamazingo) olmaya çalışana mı ağırdır, üçüncü kişi olmaya direnene mi?
‘Bazen diğer tarafa geçmeden çizgiyi aştığımızı söyleyemeyiz.’ diyen film, Diana üzerinden tartıştığı üçüncü kişi hallerini çok hızlı yerle bir ediyor ve makul bir sona erdiriyor. Diana’nın Bradley’le evlenmesi, devam ettirdiği eski ilişkisinin ona verdiği rahatsızlığın bir ölçüsü ve sonucu. David’e aşık ve bu şekilde yaşamak istemiyor ama önüne de geçemiyor. Filmdeki en çok aşık olan kişi o. Gömleğini giydiği David’le karşılaşması tesadüf olmasa, bu evlilikle David’e oyun yaptığını düşündürtecekti. David’den uzak durabilmesi için Bradley’e yamanması ise iğrenç bir tutum. Kendi evindekine kötülük yapan ve buna sebep olarak aradan geçen uzun yılları öne süren David, Diana’nın evindekine aynı kötülüğü kendisinin yapmayacağını söyleyerek Diana’ya bir tokatla pislik olduğunu söylüyor ve artık görüşemeyiz, diyor. Gerçekten aşık David’in Diana’yı anlaması için zaman gerekiyor.
Diana, Bradley olmadan da David’den uzak duramaz mıydı? Duramazdı, çünkü Diana gerçekten aşık. Aşık olmayan zayıf, eksik, aç insanların aşk ya da başka bir kişisel çıkarı uğruna seçeceği başka bir yol hiç olmadı, olmayacak da. Elbette, olan kalbindeki acıyı vücudunda da hissetmeye çalışan aklı havalarda Bradley’lere olur. Aşk adı altında biri diğerini üçüncü kişi olarak kendi yaşantısına angaje etmeye çalışıyorsa ve diğerini istediği kıvama getirmek için terbiye etmeye çalışıyorsa; tüm görmüş geçirmişliğiyle karşıdakinin ruhunu soğurmaya çalışıyordur. Üçüncü ve kendine aşık birini kendi hassas gerçeğine sığdırmaya çalışan biri olanaklarını kaybetmemek için gözünü bile kırpmadan üçüncüye acı çektirecek bir plancıdır ve yola gelmeyene dayattığı tüm pratikler ve düşündürtüş tehlikeli kötülüklerin sonucudur. Diane ve David acı çekiyor ama kötülük yapmadan.
Film, merkezine Bradley’i alır gibi görünse de aslında fazla yalpalatmadığı Chloe ve Oscar’ı öne çıkarıyor. ‘Pencereden çıkalım’ diyen Chloe’ye Oscar, ‘Hayır, geldiğimiz yoldan çıkacağız.’ diyor ve ikisinin hikayesi bu cümleyle başlayıveriyor. ‘Üç ardışık sevişme sahnesinden hangisi ve neden?’ sorusu ise oldukça anlamsız. Yönetmenin bu kurgusu bile filmi çekmeden önce konuyu nasıl tartıştığının bir işareti. Gelecekte ne olacağını kim bilebilir? Chloe, belirsiz değil belli bir geleceğe rağmen Oscar’dan uzak durmuyor ve film bu çıkışıyla Oscar ve Chloe’nin ilişkisini Harry ve Ester’inkinden daha umut verici bir hale getiriyor. Harry’nin, Aaron konusunda düşündükleri ve hissettikleri, içindeki kahrın şiddeti, olan bitene inanamayışları insanlığa yeni bakış açıları edindiren sancılardan.
Sorularını Socrates tarzında sormadan basit yanıtlar veren bu film, tıpkı Masumiyet, Madison Kasabasının Köprüleri, Sen Aydınlatırsın Geceyi ve Bulantı gibi yaşamı tartışıyor ve insan doğasını anlamaya, anlatmaya çalışıyor. Herhangi bir konudaki altüst oluşların bir eşiğe sürüklediği durumlarda dürüstçe, samimice ve delikanlıca davranmaya davet ediyor, dahası eşiği geçmeyi öneriyor.
Kadın ya da erkek her birimiz Bradley’leşebilir miyiz; yani birileri için geçici ya da kalıcı konaklayabileceği bir liman mıyız ya da fırsat olsa olabilir miyiz, yoksa kendimiz mi birilerinin limanına sığınmışız? İsimlerin belirttiği cinsiyetleri dikkate almadan; Bradley’e, perişanlığının şiddetindeki ‘sevgi dolu’ bakışlarıyla sokulan Diana’lardan insan kendini koruyabilir mi? İçimizi, dışımızı sızılardan ibaret bir bataklığa çeviren anları fark edecek ve direnecek kadar uyanık, güçlü olmak çok mu zor? Film bu soruya dosdoğru ve sadelikle yanıt veriyor: “Alarm durumunda kalmalısın. Bilmemiz gereken her şey gözlerimizin önünde oluyor. İnsanlar hakkında yanılgılarımız ve umutlarımız var. Bunlar bizi kör edebilir. Ama son her zaman orada, başlangıçtadır.” (AY/AS)