"Türkiye'nin sosyal sermaye yapısı zayıf, yani insanların tanımadıkları,kendilerinden farklı insanlara pek güvenmedikleri bir toplum olduğu pek çok kamuoyu araştırması tarafından pek çok defa ortaya konuldu."
Bu tebliğ'in dikkat çeken bazı bölümleri şöyleydi:
"İnsanların ekonomik hayatlarında karşılaştıkları risklerle baş etmeye çalışırken yanlarında tek dayanak olarak aile ve cemaati buldukları bir ortam, genelleştirilmiş bir güven ilişkisinin gelişmesine uygun bir ortam değildir."
"İnsanların sadece yakınlarına güvendikleri bu dünyanın, aynı zamanda insanların kendilerini yalnız yakınlarına karşı sorumlu hissettikleri, epeyce bencil ve epeyce acımasız bir dünya olması da beklenebilir."
"Türkiye'nin ekonomik gelişme süreci içinde, işsizlik sigortası veya iş güvencesini sağlayan formel yasalar yerine, akrabalık- hemşehrilik- partililik ilişkilerinin içiçe geçtiği süreçler yardımıyla, KİT'lerde sağlanan istihdam olanaklarının geçtiğini görüyoruz."
"Devlet, gerçekten,Türkiye'de bir sosyal güvenlik krizinin ortaya çıkmasına yol açan önemli etkenlerden biri".
"...Formel konut kredisi veya sosyal konut uygulamalarının yerini, kamu arazisinin gaspına veya imar kurallarının ihlaline göz yumulmasına dayanan gecekondu modelinin aldığını görüyoruz."
"Türkiye'de aile dayanışması modelinin belirlediği bir refah rejimi,kişisel ilişki ağlarıyla sınırlı bir güven ilişkisini yansıtan bir sosyal sermaye yapısıyla birlikte yer alıyor. Bu durum, özünde, kapitalist modernleşme sürecini tamamlamamış bir tarım toplumunu tanımlıyor. Gerçekten de, tarımda istihdamın 1990'lı yılların sonunda dahi, Türkiye'deki önemini koruduğunu görüyoruz. Bu yıllarda Türkiye'de toplam işgücünün tarımda istihdam edilen oranı yüzde 40- 45 arasında değişiyor."
"Bu oran, yalnız gelişmiş ülkelerle değil, Türkiye'nin içinde bulunduğu orta gelir grubundaki gelişmekte olan ülkelerle de hiç bir şekilde karşılaştırılamayacak kadar yüksek".
"... sürecin tamamı, formel ve kurallı bir devlet müdahalesinden çok, sorumsuz bir aile babası davranışını ve aile dayanışması modelini andırıyor."
"...tarımda verimlilik düşüşlerinin başladığını görüyoruz. Nitekim Türkiye, 1980'li yılların başıyla 1990'11 yılların sonu arasında tarımda verimliliğin artmayıp azaldığı çok az sayıdaki, çoğu Afrika'da yer alan,birkaç ülkeden biri."
**** ***** **** ***** **** ***** **** *****
Yukarıda özetler sunduğumuz Prof. Dr. Ayşe Buğra'ya ait makalenin tümünü aşağıda bulacaksınız:
Krizin insani ve sosyal etkilerini her şeyden önce ülkenin ekonomik ve sosyal yapısı belirleyecek. Ama daha önce benzer krizlerle karşılaşmış ülkelerin deneyimleri de, bize, bu etkilerin hangi boyutlara ulaşabileceğine dair bazı ipuçları verebilirler. Örneğin, 1997 krizi sonrası Doğu Asya deneyimiyle ilgili bir Dünya Bankası raporunda , krizi izleyen yıl Tayland'da işsizliğin yüzde 50 arttığı , Kore'de2 milyon , Filipinler'de 1 milyon kişinin işini kaybettiği belirtiliyor. Endonezya'da ise, kriz yüzünden işlerini kaybedenlerin sayısının 10 milyona çıkmış olabileceği belirtiliyor.
Krizi izleyen büyüme hızı düşüşlerinin yoksulluk üzerindeki etkisi ise çok ürkütücü olabiliyor. Dünya Bankası'nın aynı rapordaki projeksiyonlarına göre, büyüme hızı düşüşlerine bağlı olarak, Endonezya'da yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların sayısında iki misli bir artış bekleniyor.
Filipinler, Tayland ve Malezya'da bu artış yüzde 35 ile yüzde 50 arasında değişiyor. Bu bağlamda, krizin gelir bölüşümünde de bir bozulmaya yol açması halinde-ki bu kuvvetle muhtemel-söz konusu yoksulluk artışlarının çok daha fazla olabileceği belirtiliyor.
Türkiye'de de benzer bir kriz sonrası sorunlarının yaşanacağı kesin. Bu noktada, bu sorunların nasıl karşılanacağı, çok büyük insani acılara ve çok büyük sosyal patlamalara yol açmadan atılıp atlatılamayacakları konusu önem kazanıyor.
Ben bu konuyu, Türkiye'nin "refah rejimi"nin niteliğine ve ülkenin "sosyal sermaye" yapısına bağlı olarak tartışacağım. Bunlar, insanların ekonomik hayatlarını sürdürme biçimleriyle ve ekonomik hayatlarında karşılaşabilecekleri ve ya mutlaka karşılaşacakları, işsizlik, hastalık, yaşlılık, gibi risklere rağmen, birbirleriyle çok yakından ilintili kavramlar. Bu iki kavram arasında bir köprü kurmaya çalışan bir yaklaşımın günümüz Türkiye'sini anlamak açısından faydalı olacağını düşünüyorum.
Bu kavramlardan ilki, "refah rejimi", daha tanıdık bir kavram olan"refah devleti" kavramının eksikliklerinden yola çıkarak , daha kapsamlı bir yaklaşım ortaya koymak üzere geliştirilmiş.
Refah devleti kavramından yola çıkan yaklaşımlar, insanların hayatlarında karşılaşabilecekleri veya mutlaka karşılaşacaklarını söylediğim risklerle baş etmelerini sağlayacak mekanizmaların merkezine devleti yerleştiriyorlar.
Refah rejiminden söz eden yaklaşımlar ise, kurallı ve formel devlet müdahalesinin yanı sıra, hem piyasa ilişkilerinin hem de kişisel ve enformel nitelikli aile, cemaat, komşuluk gibi ilişkilerin, işsizlik, hastalık, yaşlılık gibi durumlarda bireyin hayatını idame ettirmesini sağlamaktaki rollerini dikkate alıyorlar
Dolayısıyla, belirli bir toplumda geçerli olan refah rejimini anlamak için şöyle bir soru sorulabilir:
Bir insan, diyelim konjonktürel bir kriz sebebiyle, işsiz kaldığında neyle karşılaşır? Bu soru, Batı Avrupa'nın farklı refah rejimleri bağlamında, örneğin piyasa merkezli İngiltere, kurumsal devlet müdahalesi merkezli İskandinavya ve geleneksel aile merkezli Almanya refah rejimleri bağlamında ele alındığında; ortaya farklı çözümler çıkacaktır.
Ama bu gelişmiş Batı toplumlarının hiçbirinde , işsiz kalan bireyin geçimi, yalnızca aile veya cemaatin bakımına ya da yalnızca piyasanın meseleyi arz talep mekanizması yardımıyla çözmesine bırakılmayacak, kurallı ve formel devlet müdahalesi, hiç olmazsa bir ölçüde ve hiç olmazsa bir süre için, bireyin geçimini sağlamak için devreye girecektir. Bu durum, gelişmiş Batı ülkelerinin piyasa ekonomisine geçişlerini belirleyen bir tarih sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu tarih sürecini ise "piyasayı formel devlet müdahalesi yoluyla ehlileştirme" süreci olarak tanımlayabiliriz.
Piyasa ekonomisinin hem gelişmesi, hem de formel devlet müdahalesi yoluyla ehlileştirilmesi, gelişmiş Batı ülkelerinin "sosyal sermaye" yapısının geçirdiği bir dönüşümle de ilgilidir. Sosyal sermaye, değişik biçimlerde ifade edilebilecek bir kavram. Ben, bu kavramı bir toplumdaki insanların birbirlerine duydukları güvenin kaynağıyla ilgili olarak tanımlamayı yararlı buluyorum.
Bu tanım doğrultusunda, bireylerin yalnız kan bağıyla bağlı oldukları veya kişisel olarak tanıdıkları , kendilerine benzeyen kimselere değil, yabancılara da güvendiği bir toplumun, sosyal sermaye yapısı sağlam bir toplum olduğu söylenebilir.
Türkiye'nin bu anlamda sosyal sermaye yapısı zayıf, yani insanların tanımadıkları,kendilerinden farklı insanlara pek güvenmedikleri bir toplum olduğu pek çok kamuoyu araştırması tarafından pek çok defa ortaya konuldu. Ama bence daha ilginç soru şu :
İnsanların yabancılara güvenmesini ne sağlar?
Tanımadığımız, ailemizden olmayan, etnik kökenleri veya dini inançları bakımından bize benzemeyen insanlara neden güvenelim? Sosyal sermaye kavramıyla uğraşan bazı düşünürlerin bu soruya verdikleri cevap, bizi kurumsal yapıya, formel kurallar yardımıyla, vatandaşlık hak ve sorumlulukları temelinde düzenlenmiş bir toplumsal ve ekonomik sisteme götürüyor.
Bununla ilgili olarak da şunu söyleyebilecek duruma geliyoruz: İnsanların ekonomik hayatlarında karşılaştıkları risklerle baş etmeye çalışırken yanlarında tek dayanak olarak aile ve cemaati buldukları bir ortam , genelleştirilmiş bir güven ilişkisinin gelişmesine uygun bir ortam değildir.
Ona karşılık, vatandaşlık hakları temelinde sağlanan devlet desteği, vatandaşlık bilincinin gelişmesine ve buna bağlı olarak, güven ilişkilerinin toplumun bütününü kapsayacak biçimde yaygınlaşmasına yol açabilir. Böyle bir yaygın güven ortamında da, vatandaşlar arasındaki enformel yardımlaşmanın kişisel ilişki ağlarının ötesinde, daha anlamlı bir toplumsal rol oynaması beklenebilir. Yani enformel yardımlaşma, sosyal sorunların çözümünde devlet müdahalesine destek olabilir. Ama sadece destek olabilir ve onun arkasından gelerek destek olabilir.
Enformel dayanışmanın devlet müdahalesinin yerine ve devlet müdahalesinden bağımsız olarak varolmasını beklemek , bizi tekrar tanıdıklarla sınırlı güven ilişkilerinin dünyasına götürecektir. İnsanların sadece yakınlarına güvendikleri bu dünyanın, aynı zamanda insanların kendilerini yalnız yakınlarına karşı sorumlu hissettikleri, epeyce bencil ve epeyce acımasız bir dünya olması da beklenebilir.
Sanıyorum, çok kısaca açıkladığım bu iki kavram , refah rejimi ve sosyal sermaye kavramları,hem Türkiye'de krizin yol açacağı insani ve toplumsal sorunların niteliğiyle hem de bu sorunların nasıl aşılabileceğiyle ilgili epeyce ipucu içeriyor. Bu ipuçları doğrultusunda Türkiye'ye baktığımızda, Türkiye'nin geleneksel refah rejiminin merkezinde aile dayanışması modelini buluyoruz.
Asıl ilginç olan, devletin Türkiye ekonomisinde oynadığı çok önemli rolün de, formel ve kurallı bir müdahale biçimini almayıp aynı aile dayanışması modeli çerçevesine oturması.(5)
Örneğin, Türkiye'nin ekonomik gelişme süreci içinde, işsizlik sigortası veya iş güvencesini sağlayan formel yasalar yerine, akrabalık- hemşehrilik- partililik ilişkilerinin içiçe geçtiği süreçler yardımıyla, KİT'lerde sağlanan istihdam olanaklarının geçtiğini görüyoruz.
Örneğin, formel konut kredisi veya sosyal konut uygulamalarının yerini, kamu arazisinin gaspına veya imar kurallarının ihlaline göz yumulmasına dayanan gecekondu modelinin aldığını görüyoruz. Bir gecekondu sahibi olabilmenin ise, gene, aile ve hemşehri dayanışmasından başlayarak politik bağlara uzanan bir dizi kişisel ilişkinin devreye girmesine bağlı olduğu görülebiliyor.
Türkiye'nin geleneksel refah rejiminin çok önemli iki vechesini oluşturan bu iki örnek, KİT'lerde istihdam ve gecekondu örnekleri, devletin ekonomideki rolüyle çok yakından ilgili örnekler. Ama gösterdikleri şey, Türk toplumunun devletçi bir toplum olduğu değil. Aksine bunlar, Türkiye'de devletin nasıl devlet gibi davranmadığını gösteriyorlar. Yani, formel kurallar çerçevesinde, rasyonel bürokratik süreçler içinde ve insanlara eşit vatandaşlar olarak davranarak hareket etmediğini gösteriyorlar.
Aynı noktaya işaret eden başka verilere de değinmek mümkün. Bunların bir kısmı, geçtiğimiz bir iki yıl kamuoyunu epeyce meşgul eden sosyal güvenlik reformu tartışmaları içinde defalarca gündeme geldi. Bu verilerden en çarpıcılarından biri, Türkiye devletinin, SSK ve Bağ-Kur fonlarına hiçbir katkıda bulunmayışıydı . Bu tür güvenlik fonlarına devlet katkısının bazı ülkelerin durumunda da yüzde 80'e kadar çıkabildiği OECD örnekleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye'deki durumun devletçilikten ne kadar uzak olduğu daha iyi görülebilir.(6)
Bununla birlikte, sosyal güvenlik reformuyla ilgili tartışmalar, neden Türkiye'de devletçilik'ten söz edildiğini anlamamıza yardım edecek önemli ipuçları da içeriyorlar. Devlet , gerçekten, Türkiye'de bir sosyal güvenlik krizinin ortaya çıkmasına yol açan önemli etkenlerden biri .
Doğal olarak krizin başka sebepleri de var ama, devletin hiçbir katkıda bulunmadığı SSK fonlarını yıllarca sorumsuz bir biçimde harcamasının ve bu fonların gelir getirecek yatırımlara yönelmelerini önlemesinin de, SSK açıklarının kriz boyutlarına ulaşmasında önemli payı var. Ama bu şekilde özerk bir kuruluşun parasını gasp eden devlet , kriz ortaya çıktıktan sonra, aynı kuruluşun açıklarını devlet bütçesinden kapatmaya girişiyor. Yani sürecin tamamı, formel ve kurallı bir devlet müdahalesinden çok, sorumsuz bir aile babası davranışını ve aile dayanışması modelini andırıyor.
Aile dayanışması modeli, zaten, Türkiye'de sosyal güvenlik sisteminin işleyişini çok önemli bir biçimde belirliyor. İstatistikler, Türkiye nüfusunun aşağı yukarı yüzde 20'sinin tamamen sosyal sigorta kapsamı dışında olduğunu gösteriyor. Hiçbir formel güvenceye sahip olmayan ve risk durumlarında ancak aile dayanışması veya diğer kişisel dayanışma mekanizmaları yardımıyla ayakta kalabilecek kesim, nüfusun yüzde 20 kadarını oluşturuyor.
Ama aile dayanışması modelinin önemi sadece bununla da kısıtlı değil. İstatistikler, Türkiye'de çalışan nüfusun ancak yüzde 47.6'sının herhangi bir güvenlik fonuna katkıda bulunduğunu gösteriyor.(7) Ama enformel istihdamın, bu rakamın belirttiği korkunç boyutları, enformel işgücünün mutlaka sosyal sigorta kapsamı dışında olmasını gerektirmiyor. Sigortasız işçiler , çoğu zaman aileden birine bağımlı olarak sigorta hizmetlerinden yararlanabiliyorlar. Ama risk durumlarıyla baş etme biçimlerini belirleyen vatandaşlık aidiyetleri değil, hem gerçek aile fertleriyle hem de yanlarında sigortasız olarak çalıştıkları patronlarıyla aralarındaki kişisel güven ve dayanışma ilişkisi.
Türkiye'de aile dayanışması modelinin belirlediği bir refah rejimi, kişisel ilişki ağlarıyla sınırlı bir güven ilişkisini yansıtan bir sosyal sermaye yapısıyla birlikte yer alıyor. Bu durum, özünde, kapitalist modernleşme sürecini tamamlamamış bir tarım toplumunu tanımlıyor. Gerçekten de, tarımda istihdamın 1990'lı yılların sonunda dahi, Türkiye'deki önemini koruduğunu görüyoruz. Bu yıllarda Türkiye'de toplam işgücünün tarımda istihdam edilen oranı yüzde 40- 45 arasında değişiyor.(8)
Bu oran, yalnız gelişmiş ülkelerle değil, Türkiye'nin içinde bulunduğu orta gelir grubundaki gelişmekte olan ülkelerle de hiç bir şekilde karşılaştırılamayacak kadar yüksek . Bu açıdan bazı yazarlar, örneğin Hobsbawm,Türkiye'yi tarım toplumu olarak kalmış gerçek bir istisna olarak görüyor.(9)
Bu durum, istihdamın yapısı başka bir biçimde de belirliyor. Büyük ölçüde tarımda istihdamın önemine bağlı olarak, Türkiye'de kendi hesabına veya ücretsiz aile işçisi olarak çalışanların, ücretli ve maaşlı olarak çalışanlardan çok fazla olduğunu görüyoruz.
Örneğin, Ekim 1997'de ücretli ve maaşlı olanların sayısı, 7 milyon 530 bin, işverenlerin sayısı ise 1 milyon 151 bin'ken, 5 milyon 349 bin kendi hesabına çalışan, 4, 581 bin de ücretsiz aile işçisi bulunduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra 2.204 bin kişinin de geçici işçi statüsünde bulunduğu görünüyor. ( 10)
Böyle bir yapı içinde, formel devlet müdahalesinin yerini aile dayanışmasının, vatandaşlık kimliğini yansıtan yaygın bir güven ilişkisinin yerini sınırlı güven bağlarının alması çok şaşırtıcı değil. Ama bu şekilde tanımlanmış bir refah rejimi ve sosyal sermaye yapısının sosyal güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebileceğini söylemek çok zor. Bir dizi önemli değişiklik, Türkiye'nin ekonomik ve sosyal yapısında çok önemli bazı değişikler olacağına, veya olmakta olduğuna, işaret eder nitelikte. Bu değişikliklerden bir kısmı, devletin mali kriziyle ilgili.
Mali kaynaklar üzerindeki baskı, artık bu kaynakların, enformel kanallarla ve kişisel ilişki ağları içinde, formel bir sosyal güvenlik sisteminin üstlenmesi gereken sorumlulukları yerine getirmek üzere kullanılamayacağına işaret ediyor. Örneğin, KİT'lerde yaratılan istihdam fazlasıyla, işsizlik sorunun hasır altı edildiği dönemler geride kalmış gibi görünüyor. Benzer bir biçimde, devletin kamu arazisi işgaline göz yumarak,ihtiyaç sahiplerine konut kredisi veya sosyal konut sağlama sorumluluğundan kurtulduğu dönemleri geride bırakmış gibi görünüyoruz.
Türkiye'nin refah rejiminin önemli bir özelliği olan gecekondu,zaman içinde bütün konut piyasasına yayılarak bütün imar kurallarının ihlaline ve gayrimenkul spekülatörlerinin devreye girip kendileri de gayrimenkul spekülatörü haline gelmeye başlamış gecekonducularla rekabet etmeye başlamalarına yol açtıktan sonra, sürdürülemez bir noktaya gelmiş durumda.
Çalışan nüfusun büyük bir kısmına risk durumlarında sığınabilecekleri bir alan sağlayan tarım ise, bir çözülme süreci içinde. 1980'li yıllardan itibaren uygulanan politikalar, en verimli tarım alanlarının iç ve dış turizme, özünde betonlaşmaya feda edilişi, hayvancılığın hem ticaret politikaları hem de savaşla öldürülüşü gibi sonuçlar verirken, tarımda verimlilik düşüşlerinin başladığını görüyoruz. Nitekim Türkiye, 1980'li yılların başıyla 1990'11 yılların sonu arasında tarımda verimliliğin artmayıp azaldığı çok az sayıdaki, çoğu Afrika'da yer alan, birkaç ülkeden biri .11 Bu derece ihmal edilmiş bir sektörü, destekleme alımları türü zorlama tedbirlerle bir istihdam kapısı olarak ayakta tutmaya devam etmek , hele kamu kaynakları üzerindeki baskı göz önüne alındığında, pek kolay görünmüyor .
Tarımın çözülme süreci içinde ortaya çıkmaya başlayan yeni sosyoekonomik ilişki biçimlerinin refah rejiminde ve sosyal sermaye yapısında büyük bir dönüşüme yol açması herhalde kaçınılmaz. Bugünkü ortamın önemli bir özelliği de, hem bu dönüşümden kaynaklanan hem de onu hızlandıran bir dizi demografik eğilim. Bunlardan bir kısmı nüfusun yaş kompozisyonu ile ilgili. Türkiye, sık sık duyduğumuz gibi, genç bir ülke. Ama aynı zamanda, doğurganlık oranının hızla düştüğü bir ülke . Bunlar, refah rejimiyle ilgili iki önemli sonuca yol açabilecek nitelikte özellikler. İlk olarak, genç nüfusu fazla olan bir ülkede
doğurganlık oranı düşerken, emek gücüne katılma yaşında (15-64 arası) nüfus artmaya devam edecektir. Ayrıca, doğurganlık oranı düşüşleriyle kadınların iş piyasasına daha yoğun bir biçimde katılmalarının birbirleriyle ilgili gelişmeler olduğu, bunun da iş gücüne katılımda artışlara yol açacağı düşünülebilir.
Dolayısıyla, 15-64 yaş arası nüfusun toplam nüfus içindeki artışıyla, işgücüne katılım oranındaki artış, birlikte, daha çok kişiye daha çok istihdam sağlama gereğini ortaya çıkaracak, bu sağlanamadığı takdirde ortaya çıkacak işsizlik artışı ise, varolan refah rejimi üzerine önemli bir yük bindirecektir.
İkinci demografik eğilim ise, 65 yaş üzeri nüfustaki hem mutlak hem de oransal artıştır. Her ne kadar Türkiye'nin yaşlı nüfusu Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerindeki nüfus ağırlığına sahip değilse de, önemli bir biçimde artmaya başlamış ve yaşlılık riskinin mevcut refah rejimi içindeki aile dayanışmasına havale edilmiş haliyle taşınıp taşınamayacağı konusunda soru işaretlerine yol açmıştır.(12)
Doğurganlık oranındaki düşüş, normal olarak, geleneksel aile yapısıyla, özellikle kadınların sosyal konumuyla ilgili bazı değişikliklerin göstergesidir. Bunlar sadece veya doğrudan doğruya, kadınların çalışmasıyla ilgili değişiklikler değildir. Tarımsal alanda istihdamın veya şehirde bulunan enformel iş imkanlarının, doğurganlık oranını da kadınların aile içindeki konumunu da fazla etkilemediğini biliyoruz.(13) Ama eğitim düzeyinin yükselmesi , formel sektörde iş olanakları veya sadece iletişim imkanlarının sağladığı kültürel bilinçlenme, kadınların kendilerini tanımlayışlarını etkileyebilir. Yani kadınların, asli sorumluluklarını çocukların ve yaşlıların bakımını üstlenmek olarak tanımlamayı reddetmelerine ve bir vatandaş kimliği edinmelerine yol açabilir. Kadınların bir vatandaş kimliği edinmeleri ise, Türkiye'nin geleneksel refah rejiminin dönüşümünü gerekli kılan en önemli etkenlerden biri olabilir.
Yukarıda sözünü ettiğim değişmeler, yani devletin mali krizi, gecekondunun konut sorunun çözümü olma işlevini yerine getirmez hale gelişi, tarımın çözülüşü ve yeni demografik eğilimler, birlikte, aile dayanışması merkezli geleneksel refah rejiminin, vatandaşlık hakları temelinde biçimlenmiş modern bir refah rejimine dönüşümünün kaçınılmazlığını ortaya koyuyorlar. Söz konusu dönüşüm ise, formel devlet müdahalesinin bireyin temel ihtiyaçlarını karşılaması ve risk durumlarıyla baş etmesinde önemli bir destek oluşturduğu bir topluma geçişi tanımlıyor.
Devletçi dediğimiz Türkiye'de eksik olan da, tam bu tür bir formel devlet müdahalesi . Konuşmada değindiğim KİT'lerde istihdam ve gecekondu örnekleri, devletin formel kurallar çerçevesinde, rasyonel bürokratik süreçler içinde ve insanlara eşit vatandaşlar olarak davranarak hareket etmediğini gösteren örnekler. Bunların yanında, Türkiye'nin modern anlamda devletçi bir ekonomik yapıya sahip olmadığını gösteren bazı istatistiklere bakılabilir.
Örneğin, Tablo 1 'e , cari devlet harcamalarının gayrı safi iç hasıla içindeki payına baktığımızda, bu payın, ABD hariç , gelişmiş Batı ülkelerindeki payın epeyce altında kaldığını görüyoruz. Devletin sermaye harcamalarının gayrı safi iç hasıla içindeki payı, gelişmiş Batı ülkelerindekinden biraz daha fazla, ama kesinlikle cari harcamaların payındaki farkı kapatacak kadar değil. Asıl ilginç karşılaştırma, sosyal harcamaların, yani sağlık, eğitim ve sosyal güvenlikle ilgili harcamaların, toplam devlet harcamaları içindeki payıyla ilgili.
Tabl o 11'de gördüğümüz gibi, Türkiye'de sosyal hizmet harcamalarının devlet harcamaları içindeki payı, 1990'da yüzde 26.3 ve bu pay 1998'de biraz daha azalarak yüzde 25. 7 oluyor. Tablo 11, ayrıca, bu payı her iki yıl için gösteren Dünya Bankası verilerine sahip olduğumuz bazı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle Türkiye'yi karşılaştırmamıza imkan veriyor. Bu karşılaştırma sonucu, iki çok çarpıcı gözlem yapabiliyoruz.
İlk olarak, 1998 verileri, karşılaştırılan ülkelerin hiçbirinde , sosyal hizmetlerin toplam devlet harcamaları içindeki payının Türkiye'deki kadar düşük olmadığını gösteriyor.
İkinci olarak da, Türkiye'dekinin aksine, bu ülkelerin çok büyük çoğunluğunda (İsveç, Finlandiya, Hollanda ve İspanya hariç) bu sosyal hizmet harcamaları payının 1990-1998 arası düşmeyip yükseldiğini görüyoruz. İstisna teşkil eden ülkelerde de bu pay, Türkiye'dekinin o kadar üstünde ki, birkaç puanlık düşüşler karşılaştırmanın işaret ettiği sonucu fazla değiştirmiyor.
Bu sonuç da şu: Türkiye'de milli gelir içindeki payı zaten çok düşük olan cari devlet harcamalarının çok küçük bir kısmı sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi alanlara yöneliyor. Yani Türkiye'de devlet, insanların temel ihtiyaçlarını karşılama ve risk durumlarıyla baş etme biçimlerini belirleyen önemli bir aktör olarak ortaya çıkmıyor.
Bu yüzden de Türkiye, içinde olduğu krizle büyük ölçüde artık iyice aşınmış olan geleneksel aile dayanışması modeli yardımıyla baş etmeye çalışacak. Gene bu yüzden, krizin insani ve sosyal maliyeti maalesef çok büyük olacak. Gene de, eğer bu insani ve sosyal sorunları biraz daha ciddiye alabilirsek, kriz, toplumsal dayanışmanın devlet-vatandaş ilişkileri çerçevesinde yeniden biçimlenmesine ve sosyal sermaye kaynaklarının modern bir piyasa
toplumuna uygun biçimde yenilenmesine vesile olabilir.
NOTLAR
1 T.M. Atinç & M. Walton, Social Conseauences of the East Asian Financial Crisis,World Bank report prepared
for the Asia Development Forum in Manila, March 1998: s. 14.
2 Atinc & Walton (1998), s. 20.
3 G.Esping-Andersen, Social Foundations of Postindustrial Economies, Oxford: Oxford University Press, 1999. Bu kavram? kullanan ve Türkiye'yi de kapsayan bir ampirik araştırma için bkz: 1. Gough, ''Social Assistance in Southern Europe", South European Societv and Politics, v. 1, n. 1, 1996: 1-23.
4 Putnam'ın kavram?n bugünkü yaygın kullanımına yol açan klasik denilebilecek çalışmasında, sosyal sermaye, özellikle, aralarında kan bağı veya etnik-dini cemaat bağları olmayan insanlar arasındaki enformel ilişki ağlarına atıfla kullanılıyor. Putnam, özünde Tocqueville'in görüşleri temelinde tanımlanan bir yaklaşımla, özellikle gönüllü kuruluşlara veya spor klüplerine üyelikten kaynaklanan bu tür ilişki ağlarının, bir vatandaşlık bilincinin ve bu
bilincin biçimlendirdiği bir yaygın güven ortamının gelişmesinde çok önemli bir rol oynadığını vurguluyor: Putnam, Robert, Making Democracv Work: Civic Traditions in Modern Italv , Princeton NJ: Princeton University Press, 1993. Ama sosyal sermaye üzerine yapılmış pek çok çalışmada, Putnam'ın sözünü ettiği yaygın güven ortamının, gönüllü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan enformel ilişkiler yardımıyla oluşamayacağına, formel kurum ve kuralların vatandaşlık bilinci ve yaygın güven ilişkilerinin olmazsa olmaz koşullarını oluşturduklarını öne sürüyorlar. Özellikle, J. Harriss & P. De Renzio 'Missing Link' or Analytically Missing?: The Concept of Social Capital", Journal of International Development, v. 9, n. 7, 1997: 919-937; J. E. Stiglitz, "Formal and Informal Institutions", P. Dasgupta & 1. Serageldin, Social Capital: A Multifaceted Perspective, Washington, D.C.: World Bank, 2000: 59-70. C. Offe, ''How Can We Trust Our Fellow Citizens?" M. E. Warren (ed.), Democracv and Trust, Cambridge: Cambridge University Press, 1999: 42-87.
5 Bu konuyu kapsamlı bir biçimde tartışan bir dizi makale için, bkz: A. Buğra, Devlet -Piyasa Karşıtlığının Ötesinde: İhtiyaçlar ve Tüketim üzerine Yazılar, İstanbul: İletişim, 2000.
6 Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü, 35 Soruda SSK Gerçeği, Ankara, 1996.
7 TÜSİAD, Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Yeniden Yapılanma, İstanbul, 1997, s. 72
8 Devlet İstatistik Enstitüsü, İstatistik Yıllığı 1998, Ankara, s. 263. Nisan ve Ekim 1997 verilerine göre, hesaplandı.
9 E. Hobsbawm, Age of Extremes: The Short Twentieth Centurv 1914-1991, London: Abacus, 1995, s. 291.
10 Devlet ?statistik Enstitüsü, İstatistik Yıllığı 1998, Ankara, s. 265.
11 World Bank, World Development Report 200012001, Oxford: Oxford University Press, 2001, ss. 288-289.
12 TÜSİAD, Türkiye'nin Fırsat Penceresi: Demografik Dönüşüm ve İzdüşümleri, İstanbul, 1999, s. 62.
13 Bu konudaki araştırmalara değinen yeni bir çalışma için, bkz.: S. Dedeoğlu, ''Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye'de Aile ve Kadın Emeği, Toplum ve Bilim, n. 86, Güz 2000: 139-170.
Tablo II.
Sosyal Harcamaların Toplam Devlet Harcamaları İçindeki Payı (%)
Karşılaştırmalı İstatistikler
1990 1998
Türkiye 26.3 25.7
ABD 43.4. 53.8
AVRUPA TOPLULUĞU
Almanya 65.0 69.8
Finlandiya 60.8 55.3
Hollanda 64.6 63.9
İngiltere 52.8 57.5
İspanya 50.6 48.3
İsveç 61.8 53.2
Yunanistan 32.1 35.0
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER
Arjantin 57.1 63.6
Meksika 30.6 48.1
Şili 63.9 71.3
Endonezya 13.2 26.2
Filipinler 22.5 26.5
Kore 27.8 27.8
Malezya 35.5 42.5
Kaynak: World Bank, World Development Report 2000/2001, Oxford University Press, 2001, ss.300-301