Yaşadığımız bu dönemde sermayenin/ulusüstü şirketlerin tamamen serbest davranabilmesi için yeni yapılar inşa ediliyor. Alın teri/yoğun emek ile birikmiş her şey ama her şey özelleştiriliyor.
Göller, nehirler, hava da özelleştiriliyor. Nereyi özelleştirirlerse bilin ki orada ulusaşırı şirketler egemenlik kuracak ve özelleştirilen alanlardan daha önce yararlananlara yaşamı zehir edecekler...
Ulusaşırı şirketlerin, yeni arsızlık ve ahlaksız yüzü de artık tüm çıplaklığıyla görülüyor. En sağır olanlarımızın kulaklarını delercesine ve kafamıza çakarcasına açıktan yapıyorlar her şeyi.
Şirket haklarının, insan haklarının üstüne çıkarıldığı bir sürecin içindeyiz. Yaşıyoruz...
Yaşama anlam ve değer veren her şey, "ekonomik gereklilikler" öne sürülerek yeni kurallar içine alınıyor veya yasaklanıyor. Şimdilerde bile görüp yaşadığımız gibi bu gidişata muhalefetlik etmenin yasaklanması da yayılıyor.
Köylülerin sürdürdüğü çiftçilik mesleği, tarım sektöründeki ulusaşırı şirketlerin yeni ihtiyaçlarına göre şekillendirilmeye/dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu dönüştürmenin araçları olarak da kısaca STK denilen Sivil Toplum Kuruluşları, sermaye ve hükümetlerin eşgüdümlü çalışmalarına, çabalarına birlikte tanık oluyoruz. Adına "yönetişim" dedikleri bu yeni oyunla yönetimlerde katılımcılığın önünü açtıklarını açıklayarak; tek kişilik ama birbirinin benzeri çok perdeli, tek konulu bir tiyatro mütemadiyen sahneleniyor.
Sahnelenen bu oyunla; özelleştirme => tekelleşme => doğal kaynaklara erişime yasak halkaları biribirine eklenerek bir zincir oluşturuluyor.
Buna karşı birçok ülkede sürdürülen direnişler kırsal kesimde daha enerjik bir şekilde karşılık görüyor ve sürüyor. Hem de netleştirilmiş, berrak ve yüzde yüz haklı bir biçimde sürdürülüyor.
Görülen o ki bu mücadeleleri verenlerin öncüleri endüstriyel tarım tarzını uygulayanlar değil, kırsalda yaşayan bilge köylü tarımcılığı ile uğraşanlardır. Ne yazık ki sürdürülebilir köylü tarımcılarının bu haklı mücadele çizgisinde tüm ezilen ve sömürülenler bir araya gel(e)miyor, bir araya gelemeyiş sorun olarak orta yerde duruyor.
Köylülerin yaşadığı bu sorunları yüreğinde hisseden insanlar neredeyse yok gibi. Halktan yana olduğunu söyleyen aydın ve demokratların büyük çoğunluğu köylülerin tasfiye edilmesiyle çağdaşlaşabilecekleri yanılgısı içerisindeler.
Bu ortamda büyük şirketler hızla gıdayı ulus devletlere karşı siyasi bir güç olarak kullanacakları bir sürece yöneliyorlar. Dünyanın ekonomik ve doğal zenginlikleri git gide daha az ülke ve şirkette birikiyor. Devletler büyük şirketlerin birer idare amirliğine veya şubelerine, dönüşüyor. IMF ve Dünya Bankası, büyük şirketlerin koruyuculuğunu yapmaya devam ediyor. IMF ve DB, doğal kaynakların ülkelere ait olmaktan çıkıp şirketlere ait olmasını istiyor, bütün faaliyetlerini bu doğrultuda sürdürüyorlar. Türkiye'de dereler ve nehirler üzerine kurulması planlanan 1600'ü aşkın Hidro Elektrik Santral (HES) bunun açık kanıtı. Kentte yaşayanlar derlerin ve nehirlerin HES'lerle tutsak edilmesine seyirci kalmamalı. Dereler ve nehirler özgür akmalı ki, doğa, insan ve üzerinde yaşadığımız dünyada gerçek anlamda özgür olabilsin.
Artık kentte yaşayanlar köylünün rolünü ve işlevini anlamaya başlamalı: çiftçilerin sadece kentlileri besleyen değil, ürettikleri ile gıdanın egemenliğini sağlayanlar olarak bağımsızlığın, geleneksel kültürlerin ve yaşamın sürdürücüsü ve önemli temsilcilerinden biri olduğu görülsün.
TEKEL işçilerine yaşatılmak istendiği gibi emeğin haklarının her defasında biraz daha budayıp bir parçasını daha "yukarıdakilere" aktaran emek düzenlemelerine karşı kır ve kent emekçilerinin ayrıksı duruşunu birleştirelim. (AA/EK)