Anlatının rolü sinemaya devredilince korsanlar imge olarak hepimizin kafasında pekişti, yine de onları anlamak sanıldığı kadar kolay sayılmaz. Hele de sibersavaş çağında, ideolojilerin hiç beklenmeyecek biçimde tarafları kesin bir biçimde belirler göründüğü günlerdeyken araya karışan medya ve devlet söylemleri mevcut algılarımızı aralıksız bir akışla şaşırtıyor. Yolumuzu bulmak - ya da iyisi mi hepten yitirmek için- soykütüğe başvurmak iyi bir fikir olabilir.
Karayip korsanlarından önce Berberilerimiz vardı bizim ve ayrıca Fransız gemicilerimiz. Portekizli haydutlar, Adriyatik'te kanunsuzlar, Madagaskar'da yol kesen topluluklar...
Başıboşluğun tanımladığı bir korsan ütopyasından, adalar ve gemilerin arasında kalan denizin enginliğinden mi bahsediyoruz peki? Bu kaptanlar sahiden de tayfalarının ve keyiflerinin kahyası mı?
Etimolojik olarak korsan'ın kökü corsair'a (Lat. cursus kökü) uzanıyor ve bu sözcük de yaygın kullanımıyla tüm hükümetlerle savaş halinde olan eşkiyalardan ziyade bir devlete bağlılığını bildirmiş paramiliter gemicileri imliyor.
Bu yüzden onladan bahsederken yalnızca coğrafi konumlarını değil tabii oldukları ülke isimlerini de belirtiyoruz. Öyle ki çoğunlukla "lettre de marque" adıyla; yapılacak saldırıların hedefini, sınırlarını ve karşılığında vadedilen ödülün büyüklüğünü açıklayan bir lisans altında, düşman ilan edilenlere karşı (Bu düşman bir ülke olabildiği gibi gerçek deniz haydutlarını da içerebilir) bir çeşit "vatansever" kontrgerilla mücadelesi yürütüyor bu korsanlar.
Bu anlamda otorizasyon nasıl bir "author" yani yaratıcı bir özne (Otorite Sahibi Korsan) kuruyorsa ehliyet de işte yetkinlik belirtmenin yanında ehlileşmenin (evcil) kanıtı. Örnek olarak Barbaros Hayreddin'in Osmanlı himayesine girip kaptan-ı derya pâyesine ulaşmadan önce Cezayir açıklarında ehlileşmiş korsanlığı sürdürmesini anımsayabiliriz.
Hizmetlerini genelde bir ödül karşılığında sunan korsanların bu anlamda kiralık olması bağlılık dinamiklerini yakalayabilmemiz açısından anlamlı.
Şöyle ki: Haşhaşi'lerden Tapınak Şövalyeleri'ne geçmiş olması muhtemel gelenek hattında suikast dini kimliğinin yanında siyasi bir niteliğe bürünmüştü. Cemaat bir amaç, bir sır (kod sözcüğü yasa anlamında da kullanılır.) etrafında toplanıyor ve bir anlamda bu sırrı yaymak için çabalıyordu. Bu fedailerse, adı üstünde, hayatlarını tarikata adamıştı.
Şimdi burası önemli, zira soybilimin tarihi kesintili olarak ele aldığını düşünürsek bugünkü hackerlık uğraşının kökenleri değilse bile kökleri bu pratiklerin geçirdiği süreksiz dönüşümde yatıyor olabilir. Nietzsche'den devşirilen soybilim meselelere Hegelci türden teleolojik kaygılarla, tarihin nihai amacını gerçekleştirmek üzere bir noktaya ulaştığını veya ulaşacağını iddia ederek yaklaşmıyor; Foucault'nun dediği üzere "bunların farklı rollere girdiği farklı sahneleri ayrıştırmak" üstüne düşünüyordu.
Bu yaklaşım çok ilginç bir şekilde Assassin's Creed isimli video oyunu serisinde uygulanıyor gibi. İlk versiyonlarında Kudüs'teki Haşhaşi kalesinden Roma'daki Tapınak Şövalyeleri'ne suikastin izini süren oyun, Assassin's Creed 3 olarak da kolonyalist Amerika'daki korsan çekişmelerine yer verecek. Hakim Bey'in belirttiğine göre Barbaros Hayreddin'in "mümkün olduğunca da kentin yerel yöneticisine suikast düzenleyip" bölgeyi ele geçirişini soykütükteki kayıp halka olarak alırsak kesintilerle de olsa sıra bizim hackerlara - ve suikastçilere- geliyor gibi...
Hacker cemaati (itiraf edilemeyen, deyim yerindeyse imkansız bir cemaat olarak) aslında yine bir sır (kod) etrafında örülür. Bu sırsa kimilerince hacker etiği olarak yasalaştırılmaya çalışılan ve bilginin açık paylaşımı sayesinde hiçbir sırrın kalmayacağı ütopik dünyaya yönelik manifestolarla vücut bulmuştur.
Ne var ki merkezsizliğe yapılan çağrı, öteki mesajlardan baskın çıkar. Sonuçta Anonymous ve Redhack gibi ulvi amacı izlediği düşünülen grupların yanında kendilerine yazının başındaki paramiliterlik vurgusuna çok uygun bir isim seçmiş olan Akıncılar'ın da dahil olduğu CyberWarriors tipinde "beyaz şapkalı" korsanlarımız da var.
Bilindiği üzere bu terim genellikle bir şirket veya devlet için çalışarak onların güvenlik açıklarını bulmalarına yardımcı olan hackerları tarif ediyor. Tıpkı kiralık deniz korsanları gibi ödüle bağlılar, fakat bu ödül bazen sırf yakalandıklarında kendilerine uygulanan şantajın geri çekilmesi -başka bir deyişle cezanın yokluğu- olabiliyor.
Yalnız, bu tanımın çizdiği çerçeveye bakarsak "Bilişim Güvenliği ve Bilişim Suçlarına Karşı Mücadele Derneği" aracılığıyla Aksaray Polis Meslek Yüksekokulu'nda bizzat emniyet tarafından resmi bir biçimde teşekkür belgesi verilen CyberWarriors muhalif medyamızın ilan ettiği üzere beyaz bereli olmayabilir. En azından bildik anlamıyla...
Kendisi vizyonunu tamamen "bizim değerlerimize saldırı yapan" yabancı sitelere açtıkları cihatla tarif eden bu grup, BDP ve Fazıl Say iç seferlerinin tek bir üyenin işi olduğunu belirtirken bu kişinin bünyelerinden uzaklaştırıldığını da ekliyor. Görünürde bütün iş, dış tehditlere yönelik gönüllü bir "siber sivil savunmadan" ibaret. Değindiğim hacker etiğiyle pek uyuşmasalar da konferans verirken önlerinde "etik hacker" yazıyor. Nitekim Zaman'ın yaptığı habere bakarsak "Yabancı Hackerlar para, Türkler vatan için savaşıyor."
Açıkçası son günlerde bizzat konuyla ilgilenen gazeteci ve akaemisyenlerin şahsını ele alan saldırılarda isimlerini ya da nicklerini bilmesek de devletin kiraladığı hackerların parmağı olduğundan çoğumuz emin sanırım.
Yersiz yurtsuzlaşan bu saldırı yetkisi, temellük edildiği her performansta kendisini yeniden kodluyor. Kim bilir; belki de politik denetim, erişemediği güçlere saptırma ve yönlendirme tarzı elektro-iktidara ait diyebileceğimiz stratejilerle hükmetmeyi başarıyor. Arkaplandaki tablo ne olursa olsun ideolojik eşleşmeler ona kendi pis işlerini yaptıracak failler surmayı sürdürdüğü sürece bu duruma itirazı yok, hatta minnettini "lettre de marque"ı anımsatacak bir törensellikle teşekkür belgesi olarak sunuyor.
İşte burası ne yazık ki beyaz şapka'nın beyaz bere'ye, yüksekokulun karakola dönüştüğü, resimdeki kan kırmızı Türk bayrağınınsa değişmeden kaldığı kritik nokta. Çünkü -yine Foucault'ya başvuruyorum- "bu pratikler - bir öznel istenç eylemi olarak- bir özneden çıkmazlar, fakat eylemlerini tarihsel olaylar ve kuramların olumsal ağına sokan insanlardan kaynaklanabilirler."
Dolayısıyla Rakel Dink "bir bebekten katil yaratan karanlığı" sorgularken Foucault'nun biraz teatral bir havayla insani özneyi öldürerek işlediği cinayeti anımsatır. İnsanlar yaşananların arkasında ısrarla bir örgüt arıyorsa önlerine sürülmüş ve "sahildeki kumlara çizilen bir yüz"ü andıran bu özne'ye, fail'e haklı olarak inanmadıkları için.
Devlet katillere teşekkür ederek kiralarını pek de güzel ödüyor. Ona kalırsa biz de kendimize düşeni yapıp dalgaları -ve ölü adamın sandığını- görmezden gelmeye (ç)alışsak fena olmaz. Çünkü zaten korsan şarkısının dediğine göre de "gerisini şeytan halletmişti".
Yo ho ho ve bir şişe rom. (DC/HK)