* Fotoğraf: Haluk Kalafat
Bu yıl gerçekleşecek olan 15. İstanbul Bienali’nin teması “İyi Bir Komşu.”[1] Bienal vesilesiyle üzerine doğrudan ve derinlemesine düşünme fırsatı bulduğum komşuluğun, gündelik hayatımızın şekillenmesinde ve bu yolla da kişiliğimizin biçimlenmesinde ne derece mühim olduğunu her an biraz daha fark ediyorum.
Belki de bu yüzden komşuya, komşuluğa değen olay ve durumlara karşı duyarlılığım biraz daha arttı. Üzerine ne kadar yazılsa, tartışılsa şüphesiz az kalacak komşuluğun çevresinde dolaşmaya çalışacağım bu metin, İzmir’in birbirine benzemez iki mahallesi üzerinden ilerliyor.
Bunlardan ilki, ailemin yaşadığı, birbirine çok yakın inşa edilmiş apartmanlardan mütevellit, orta alt sınıf bir mahalle, diğeri ise doktora tez araştırmamı sürdürdüğüm ve sıklıkla ziyaret edip, görüşmeler yaptığım bir gecekondu mahallesi.
İzmir’in meşhur yaz sıcağında çoğunlukla balkonda oturulduğu gibi pencereler de açık uyunuyor, uyunmaya çalışılıyor. Dolayısıyla ev, sokak ve mahalle arasındaki fiziksel sınırlar bir geçişlilik kazanıyor. Zemin katta oturuyorsanız bunlara sıklıkla otomobiller de katılıyor. Farı gözünüzün içinde sönebiliyor, kapısı suratınıza kapatılabiliyor.
Gece saat 01.00 sularında benim yaşadığım apartmana bitişik başka bir apartmanın birinci kattaki balkonunda oturan bir karı-kocanın gündelik meseleler üzerine çok yüksek sesle sohbet ettiği günlerden biri. Uykuya dalmaya çalıştığım her an balkondaki çiftin yüksek perdeden konuşmalarıyla yatağımdan sıçrayıp duruyorum.
Zemin katın penceresinden başımı uzatıp birinci kata doğru sesleniyorum, ancak kendi seslerinden benimkini duymaları mümkün değil. Ben sesimi onlara olmasa da benim gibi durumdan rahatsız olan bir başka gence duyuruyorum. Genç, bu mahallede çok sık tanık olmadığım bir nezaketle yaşadığı rahatsızlığı dile getiriyor. Uyuyamadığını, ertesi gün erkenden kalkıp işe gideceğini, biraz daha alçak sesle konuşmalarının mümkün olup olmadığını…
Bir tek benim tanıklığıma dayanarak bir buçuk aydır herhangi bir uyarıyla karşılaşmadan günün diledikleri saatine dek, diledikleri ölçüde fevri davranabilen çiftten erkek olanı, bu uyarı karşısında hiç tökezlemeden, durup düşünmeden, öncelikle gürültü yapmadıklarına dair savunma geliştiriyor, ardından da karşı atağa geçiyorlar.
Erkeğin “Allah Allah”larını, kadının biraz daha kısık sesle “Kendi balkonumuzda da oturamayacak mıyız”ları takip ediyor. Genç, ağız dalaşına girmekten imtina ettikçe gürültücü ekip dozunu bir miktar daha artırıyor. Bunun üzerine uyaran genç bir dahaki sefere polisi aramak zorunda kalacağını belirtiyor. Bu ifade, balkondaki çiftin kendi kendilerine yükselttikleri sinirlerini iyice geriyor. Önce kadın ilk defa çok güçlü ve inanarak “Komşuluk ölmüş artık. Olur mu öyle şey?” derken eşi, histerik ve hafif tedirgin bir tonda, “Hah çok korktum, polis çağıracakmış” cümlesini tekrarlayıp duruyor; kendisinden korkmaması gerektiği beklendiğinden olacak.
Komşusunun nazik dille yaptığı uyarıyı komşuluk üzerinden değerlendirmeyen çift, iş polis tehdidine dayanınca unutulan komşuluğa korkusuzca sığınıyor. Tabii tepkiler farklı şekillerde tezahür ediyor.
Çocukluğumuzdan beri öğretilen toplumsal cinsiyet rollerimize itaat ederekten, erkek savunu ve karşı atak geliştiriyor, kadın komşuluk hattını öne çıkarıyor. Bir süre sonra histeri nöbeti son buluyor ve gece hepimizi sükunetin koynunda derin bir uykuya daldırıyor. Ancak bu “uyarı”nın karşılıksız kalmayacağı, kolayca yenilip yutulmayacağı açık (Malum, milletçe hiçbir şeyin altında kalmadığımız, karşılığını jet hızıyla verdiğimiz dönemlerden geçiyoruz).
Ertesi gün kendisini uyaran 18 yaşını çoktan aşmış (milletvekili olabilme yaşını bile almış!) genç, babasına şikâyet ediliyor. Diyalogla çözülemeyen sorunlar, aile kurumunun güvenli kollarına bırakılıyor. Evin reisinin kanına girmek yoluyla çıkıntılık bastırılmaya, “çocuk” cezalandırılmaya çalışılıyor. Genç, muhatap kabul edilmiyor.
Takip eden günlerde sesleri duyulmayınca annem sonunda rahat ettiklerini söylüyor. Hiç uyarmadınız mı şimdiye kadar diye sorduğumda “hayır” diyor ve ekliyor: “Kendi kendine azalır, susarlar diye bekledik.” Komşuluk tahammülün sınırlarında gezinebilme gücüyle yıllarca, metanetle sınanıyor.
Araştırmam kapsamında 20’li yaşlarında genç bir kadınla görüşme yapıyorum. İlgili mahallede genç kadın olmak üzerine konuşuyoruz. Görüşmeci, mahallede hakkında dedikodu yapılmaması için dikkat çekmeden, aykırı olmadan, herhangi bir kimseye karşı çıkmadan yaşayıp gitmek gerektiğini söylüyor. Bunun da bir süre sonra başkaları için yaşamaya evrildiğini. Bu yüzden, “İnsanların istediği insan oluyorsun. Kendi istediğim insan değilim” diyor.
Bugün birçoğumuz tarafından farklı kent-mahaller için kurulabilecek bu cümleyi, bahsi geçen mahalle için özel kılan durum/karşılaşmalar ise kadın ve erkeklerde farklı biçimlerde zuhur ediyor.
Genç kadınları çocukluk dönemlerinde erkek oyunu/oyuncağı olarak görülenlerden, örneğin bisiklete binmekten uzak tutmaya, sonraları dekolte giyinmemeye, giymekse ısrar ederse duyabileceği şekilde önünden/ardından konuşulmayı hak etmesine uzanan yaptırım ve kısıtlar, erkeklerde güneş gözlüğü takmamaya, renkli pantolonlar giymemeye, balkonunda (bir anlamda mahalleye açılan alanlarda, şu malum sınırın geçirgenleştiği noktalarda) içki içmemeye evriliyor.
Tüm bu durumlar görüşmecilerin anlattıklarına göre, daha içine kapanık, kendi istek ve beklentilerini ikinci plana atmaya meyyal bir insanı ortaya çıkarıyor: Mahallece belirlenen “ortalama”nın sınırlarını esnetmeyen, öne çıkmayan, herhangi bir konuda ayrıksı kalmayanı. Mahalledeki başka genç kadın ve erkeklerden de duyduğum bu özellikler- elbette bu mahalleyle sınırlı kalmamak üzere, burada inşa edilen kadınlık ve erkekliklerin başat nitelikleri arasında yer alıyor.
Birçoğu 1970’lerden sonra kente göç eden ve mahalleyi kuran birinci kuşak yerleşimciler, kente doğan çocukları için koydukları normların sürdürülebilir olmasına titizleniyor. Tam da farklılıklarımızla bir arada olabildikçe, kozmopolitlik içerisinde ortak bir yaşama kültürü oluşturabildikçe yaşadığımız yerlerin kent olabileceği, aksi halde ne diye kentleşip durduğumuz üzerine kelam edecekken, bir susmadır geliyor. Zira burada karşımıza çıkan durum, kentlileşmenin aksine, özel alanın, ailenin genişlemesine bir örnek gibi duruyor. Kamusallığın (mahallenin) özel alan içine hapsi (eve, aileye) ve orada sönümlenmeye meylettirilmesi.[2]
Birbirine benzemez gibi görünen bu iki olay, Yeşim Erdem’in bir Ege kasabasında yaşayanların birbirine değen öykülerini anlattığı Filedelfiya Hikâyeleri’ndeki saptamasını akla getiriyor:
“Bizim mahallede kimse kimseyle yüzleşmezdi. Yüzleşmenin samimiyetinin kaldırılabileceği ilişki tarzı yoktu. O sadece aile içinde olur ve orada kalırdı.”[3]
Bugünün geniş(leyen)/mahalleleşen ailesinde, 1980’ler için geçerli sayılabilecek bu argüman da büyük ölçüde sarsıldı ve kimsenin kimseyle yüzleşemediği bir ilişkilenme biçimi hasıl oldu. Şimdilerde çalıştığımız kurumlardan yaşadığımız ülkeye dek kimlerle aile, kimlerle mahalleli/komşu olduğumuz; kimler için kırılan kolumuzun yenini içimizde tutup, kimlere karşı hakkımızı sonuna dek savunacağımız kaygan/geçişli bir hal aldı.
Hepimizin “kocaman bir aile” olduğunu (!) da unutmazsak, baskının mahalle düzlemini çoktan aştığı bugünün Türkiye’sinde rahatsızlığımızı dile getirmediğimiz müddetçe iyi bir evlat, komşu ve hatta yurttaş oluyor gibiyiz. (LB/EKN)
[1] Hayatının her döneminde farklı konut, mahalle ve komşuluğu deneyimleyen bir karakterin komşularıyla ilişkisini anlatmaya çalıştığım “Manimiz Var! Kimse Bize Gelmiyor” başlıklı metne erişmek için tıklayın
[2] Kentlileşme üzerine hatırlatmaları için Simten Coşar’a teşekkürlerimle. Selda Tuncer’in, kadınların toplu ulaşım araçlarında son dönemde sıklıkla maruz kaldıkları şiddet vakalarını, özel alanın genişlemesi üzerinden ele aldığı ufuk açıcı röportajı için tıklayın
[3] Yeşim Erdem, 2011, Filedelfiya Hikâyeleri, Ayizi Kitap.