Üniversitelerde Nisan başında gerçekleşen iki forum ve iki eylem, ülkemizde yükseköğretimin kaderine dair önemli ipuçları içeriyor.
İlk hareketlilik, bir vakıf üniversitesinde, Koç Üniversitesi’nde gerçekleşti. İki yıl önce taşeron işçilerin hakları için başlayan refleksif mücadele, üniversite mensuplarının Taşeron İzleme Komitesi kurmaları ve iki yıllık üst üste biriken bir deneyim ve alışkanlık oluşturmalarıyla büyüdü. Nisan başında da, yapılan geniş katılımlı forumun ardından hem Haziran ayında işten çıkartılacak olan hocaların savunulması, hem de okutmanlardan, asistanlardan, çalışanlara ve öğrencilere kadar her bir üniversite mensup grubunun taleplerinin ortaya konması için çok coşkulu ve başarılı bir eylem ortaya kondu.
Ardından, bir devlet üniversitesinde, İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük seçimlerinden açık arayla önde çıkan Raşit Tükel’in YÖK ve Erdoğan tarafından rektör atanmasının engellenmesine karşı tepkiler yükseldi. Bu tepkiler öğrencilerin ‘üniversiteden çıkmama’ eylemiyle somutlaştı.
Bu eylemleri dünya üniversitelerindeki hareketliliğin bir devamı olarak görmek mümkün. Bugün üniversitelerde küresel bir dönemecin eşiğindeyiz. Bu dönemeçten çıkışta artık üniversite mensuplarıyla üniversite arasındaki ilişkinin ve üniversiteyle toplum arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağına karar vermiş olacağız. Tüm bu eylemleri bugün anlamlı kılan ve birbirine bağlayan olgu, bu sorulara cevap arıyor olmalarıdır. Bu sorulara iktidar tarafından verilen cevaplar bellidir: üniversite (eğitim), piyasadaki işlevi üzerinden tarif edilip değeri ortaya konur; üniversite mensupları da bir şirket nasıl işletiliyorsa o şekilde ‘yönetilir’. Şimdi, muhalefetin cevabı bekleniyor.
Koç Üniversitesi’nin iki muzaffer yılı
Kestirmeden söyleyelim: Üniversitedeki muhalif pozisyonların artık bilgili olanın toplumu yönlendireceğine dair kibirli ve akademinin özeleştiride epey yol katetmiş olduğu eski hamasi cevapla yetinmeleri mümkün değildir. Bu dönemeçte karşımıza çıkan sorumluluğu bu şekilde reddetmek ve onu yine toplum karşısındaki ‘aydın sorumluluğuna’ terketmek, eğitimin piyasadaki işlevi üzerinden yapılan tarifin ve ‘işletme mantığının’ kazanmasıyla sonuçlanacak. Sorumluluk açıktır: Üniversitenin yeni(den) politik bir özne olarak kurulması ve başındaki ‘halelerden’ kurtarılması. Ülkemizdeki bir vakıf ve bir devlet üniversitesindeki hareketlilikleri bu açıdan çözümlemeli ve değerlendirmeliyiz.
Koç Üniversitesi’nde bu cevaba dair önemli bir yol kat edildiğini söylemek mümkün. Üniversite mensupları ayrı ayrı ve birlikte kendileri için haklar üretmeye, şirket çatısı altında da olsa üniversiteyi bir ‘kamu alanı’ olarak tarif etmeye çalışıyorlar. Çatışmanın doğrudan ‘emek’ ekseninde yaşanması, pratikte işleri zorlaştırırsa da zihinleri netleştiriyor. Şirketlerde yaşanan performans baskısı, işten çıkarma tehdidi, istifaya zorlama, ulaşılması imkansız hedeflerle yıldırma, yetersiz hissettirerek çalıştığına pişman etme ve bu yetersizlik zorlamasıyla istifayı lütuf gibi sunma, sözümona ‘şirket kültürünü’ mahalle baskısına dönüştürme gibi gelişkin teknikler öğrencilere uygulanmıyorsa tek sebebi onların 40 bin lira gibi bir ücretle bunlardan muaf olmayı satın almış olmaları herhalde. Kaldı ki, aynı baskılar verdikleri emek görmezden gelinerek ‘para ödememiş öğrenci’ sayılan asistanlara rahatlıkla uygulanıyor: yasadışı olarak sigortaları ödenmeyen bir çalışan kesiminden bahsediyoruz. Bu şirketin içinde sınırları ‘işletme’ tarafından belirsizce çizilse de konumları net olan Koç Üniversitesi mensuplarına eşit ve bağımsız varlıklarıyla hem ayrı ayrı hem de birlikte, üniversitede çekici ve özgür bir hayat kurmak, yani politik (yani yönetime dair, yani kendi kendini yöneten) bir irade olarak kendilerini kurmak düşüyor. Üniversite, üniversite olduğu kadar üniversiteler arasında da. Çalışanlar yakasında VÜEDA (Vakıf Üniversiteleri Emekçileri Dayanışma Ağı) sadece varlığıyla bile bu tartışmanın pratik parçası oluyor. Fakat özellikle her bir üniversitedeki öğrencilere ve VİDA’ya (Vakıf Üniversiteleri İletişim ve Dayanışma Ağı) fazladan bir iş düştüğünü belirtelim.
Benim Rektörüm Raşit Tükel
Yukarıdaki sorular bağlamında İ.Ü.’deki eylemin motivasyonu ve talepleri, eylemin pratiğe konulması ve eylemin sonlandırılması ayrı ayrı değerlendirilmeyi hakediyor. Eylem, herkesçe görülen açık bir adaletsizliğe karşı bir tepkinin örgütlenmesiydi. Talepleri de açıklıkla, adaletsizliğin düzeltilmesine yönelikti: Öğrenciler rektör atanan Mahmut Ak’ın istifa etmesini ve Raşit Tükel’in rektör olmasını istiyorlardı. Fakat klasik bir protesto eylemi yapmak yerine artık eylem repertuarımızda daha sık yer almaya başlayan ‘karşı-işgal’ diyebileceğimiz bir tutumla üniversiteyi terk etmeyerek üniversite içinde okuma, tartışma gibi çeşitli faaliyetler düzenlediler. Bir anlamda üniversiteyi Mahmut Ak’ta somutlanan anlayışın işgal etmesine karşı durdular. Karar alma organı olarak da bir forum varlık buldu. Talepler gözönüne alındığında, elbette böyle bir eylemin ‘talepler gerçekleşene kadar’ sürmesinin imkanı yoktur; ama daha önemlisi, gereği de yoktur. Böyle bir eylem tarzı, önüne koyduğu taleplere ulaşmakla değil, varlığı ve işleyişiyle (arzu edilen hayata dair hayalgücünü harekete geçirmesiyle bile) ‘kurucu’ bir işlev kazanır. Bir anlamda, başarısız olması neredeyse imkansızdır.
Alışıldık koşullar altında bir öğrenci eylemine hocalar ortamı sakinleştirmek ve öğrencileri saldırılardan korumak için müdahale ederler. Oysa Raşit Tükel’in karşı-işgale katılmasını vicdani bir sorumlulukla eylemi yumuşatma çabası olarak yorumlamak herhalde yapılacak en ciddi hata olur. Raşit Tükel’in yaptığı bir irade beyanıydı. Öncelikle kendi adına değil, İ.Ü. Demokratik Üniversite Girişimi adına konuştu. İkincisi, bu irade adına, öğrencilerin kurduğu forumun iradesini tanıdığını net olarak ortaya koydu. Bu iki tavır çok önemlidir. Karikatürize etmek pahasına, mesela “çocuklar siz çok haklısınız, siz bilirsiniz tabi ben karışamam, ama ilerde daha güzel şeyler yaparız, haydi çıkalım şimdi” demedi. Şunları dedi: Bu eylem meşrudur; İ.Ü. Demokratik Üniversite Girişimi bu forumun iradesini (ve genel olarak öğrenci iradesini) politik olarak tanır; üniversiteyi birlikte yönetmeye ve burada başka bir hayat kurmaya talibiz. Raşit Tükel’in bu teklifi üniversitelerde bu açıklıkla sıklıkla rastlanan bir şey değil. Eylemin başarısını bu noktada değerlendirmek gerekir. Şu noktada: Üniversite mensupları arasında (ve onların üniversiteyle aralarında) bağımsız ve eşit bir ilişkinin kurulması noktasında.
Bir eylem nasıl biter?
Öğrencilerin forumu sonrasında eylemin sonlandırılması kararına varıldı. Ancak öğrencilerin açıklamasının birbiriyle tam uyuşmayan iki odağı vardı. İlk odak, (elbette gayet beklendik bir şekilde) başlangıç taleplerinin tekrarlanması ve ama Raşit hocanın ricasına uyularak eylemin sonlandırıldığının vurgulanmasıydı. Bu odağın güzel yanı ‘bizi tanıyanı biz de tanıyoruz’ diye özetleyebileceğimiz bir imayı içermesi olabilir, ama ‘medyatik’ bir bakış açısından klasik bir ‘eylem sonu’ gibi görünmesi çok olasıdır. Üstelik, eylemin görünür etki ve anlamını tepkisellikle sınırlama riski vardır. İkinci odaksa, Raşit Tükel’in sözcüsü olduğu üniversite mensupları öznesinin karşısına bağımsız ve eşit statüde başka bir özne çıkartma imkanı taşıyor. Öğrenciler fakülte fakülte, bölüm bölüm öğrenci iradesini açığa çıkartacak birimler kurulmasına dair bir söz verdiler. Bundan sonraki çalışmalarda bu ikinci odağın (ilkini görüntüden çıkaracak şekilde) baskın çıkması için uğraşmak çok verimli olabilir. (Fikir jimnastiği için; seçim öncesi üniversiteye dair kısmi kalmayan ama fazla genel de olmayan, somut [yani ‘Mahmut Ak istifa’ veya ‘üniversiteler ticarethane değildir’ demekle yetinmeyen] ve erişilebilir [yani bir hükümetten veya milletvekilinden istenebilecek] bir iki talep belirlenerek, Demokratik Üniversite Girişimi’nin ve öğrencilerin inisiyatifini belirten birer imzayla ortaya konabilir; tüm üniversitelere de örnek oluşturur. Neden olmasın? Buna benzer bir çalışma hem mensuplar ve üniversite arasındaki hem de toplum ve üniversite arasındaki ilişkiler üzerine düşünmek anlamına gelir.)
Yaygın tabirle ‘aynı gemide yer alan’ vakıf ve devlet üniversiteleri, geleceğin üniversitesi üzerine pratik olarak düşünmeye başladılar. Tahmin edileceği gibi, üniversitelerdeki hareketlilik bu iki görünür örnekle sınırlı değil. Üniversitelerde öğrencilerin kendilerini geliştirdikleri ve yönetsel pratiklerle donandıkları çayhaneler, kooperatifler, tartışma ortamları, türlü çalışmalar, kulüp faaliyetleri ve çeşitli eylemler, inisiyatifler yukarıdaki sorulara pratik olarak cevap arıyor. Bu pratiğin zihnini kurcalamak ve hayalgücünü iktidara taşımak için imkanlar da hiç sınırlı değil.
Sonuç yerine
Üniversite muhalefetinin önünde üniversitenin geleceğine dair bir tahayyülü içeren politik (yani yönetime dair) bir program oluşturmak duruyor.
Bu program temelde üniversiteyle toplum arasındaki ve üniversite mensuplarıyla üniversite arasındaki ilişkilerin nasıl kurulacağını anlatmalı.
Bu program hamasi söylemlerden oluşamaz: Mesela üniversite artık ‘aydın yatağı’ değildir; verili ve mevcut politikadan azade bir toplumsal sorumluluğu yoktur.
Bu program, üniversitedeki emek sürecinin her bir parçasının, yani bireylerin, teker teker dikkate alınacağı, (bireysel) dertlere derman olabilecek bir program olmalıdır.
Bu program, üniversitelerdeki sınıf ve cinsiyet gibi yapısal çatışma eksenlerini görmezden gelemez, aksine bu çatışmaları dezavantajlılar lehine açığa çıkartır.
Bu program, şu an mevcut olmayan hakları da üretecek, yeni(den) bir hak mücadelesinin önünü açacaktır. Şu an tepkisel gibi görünen üniversite hareketlilikleri bu tartışmayı pratik olarak sürdürmektedir, ancak son oturumda kimin kazanacağını öngörmek mümkün değildir. Muhalif pozisyonlara düşen, kısmi olanla genel olanı birlikte görebilecek bir sorumlulukla hareket etmek ve yeterince mütevazı bir tutumla üniversitelerde açığa çıkan öznelere, üniversite mensuplarının politik (yani yönetime dair) özneliklerine irade devretmektir. (EA/HK)