Bir dizi Müslüman ülkede İslam karşıtı film dolaysıyla binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen protestolar ve sonrasında linçe ve batılı konsoloslukları ateşe vermeye kadar uzanan şiddet dalgası batı dünyasında yeniden Arap Baharı ve sonrası üzerine yapılan tartışmaları yoğunlaştırmış oldu.
Arap Baharı sonrası ciddi bir demokratikleşme sürecine sahiden girilebildi mi?
Yeni toplumsal dinamikler ciddi bir demokratikleşme potansiyeli taşıyor mu?
Arap Baharı mekanik bir iktidar değişimi miydi yoksa batının gerçekleşmesini istediği bir demokrasi rüyası mıydı? Bu ve buna benzer sorular şu anki batılı siyaset ve toplum bilimcilerin en fazla kafa yorduğu sorular.
Doğrusu şiddet dalgasının ilk olarak Libya´ da ateş alması bu soruların sorulmasını haklı kılar nitelikte. Nitekim Libya, Arap Baharı sürecinde en fazla Avrupa ve ABD´den yardım alan ülke konumundaydı. Gerek NATO'nun hava kontrolü gerekse de ABD savaş gemilerinin varlığı ve etkili operasyonları Kaddafi'nin sonunu getiren temel nedenlerdi. Durum böyleyken ABD-Büyükelçisinin Libya´da üstelik devrimin başladığı Bingazi şehrinde linç edilerek öldürülüşü adeta ABD´de şok etkisi yarattı. Olayın akabinde Dışişleri Bakanı Clinton´un kendilerinin olası bir yıkımdan kurtardığı şehirde elçilerinin linç edilerek öldürülmesini kendisini şok ettiğini söylemesi bu durumu özetler nitelikteydi.
Peki sahiden Sudan'dan Yemen'e kadar yayılan bu şiddet dalgasını Arap Baharı'nın başarısızlığı ile açıklamak mümkün mü?
Gelişen bu protestolardan yola çıkarak Arap Baharı'nın aslında radikal İslami güçlere iktidar yolunu açtığını, fakat ciddi bir demokratikleşme sürecine vesile olmadığını iddia etmek ne kadar gerçekçidir?
Aslında Avrupa'daki genel kanıya ve basın-yayın aracılığıyla oluşturulan diskurdan yola çıkılarak bir değerlendirme yapılacak olunursa, böylesi bir durumun latent* olduğu söylenebilir. Doğrusu bu saptamanın altında daha çok Avrupa'nın Avrupa eksenli düşünüş tarzı ve demokrasi anlayışı ve de demokrasinin çıtasını kendi belirlediği kıstaslar bazında değerlendirişi yatar. Demokratik değişimlerin kültürel ve sosyal yapıların kendi özgülüne göre gelişim seyri izlediğini, birçok toplum bilimci gözardı eder. Bunu son yüzyılda özelikle S. Huntington ve B. Lewis´in İslam ve demokrasi konulu tartışmalarında görmek mümkün.
Peki, öyleyse son protestoları nasıl okumak gerekir?
Gelişen bu eylemlerin niteliği ve dayandığı toplumsal dayanak incelenecek olursa aslında Batı dünyasının korkusunun yersiz olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Protesto dalgası daha çok eski sistemlerin baskıyla oluşturmuş oldukları toplumsal dokunun baskı sonrası oluşan göreli serbestlik ortamında kendini ifade biçimi olarak değerlendirmek mümkün. Bu ifade biçiminin içerisinde şiddet barındırması o ülkelerde gelişmekte olan fundamentalizmden öte demokratik tepki kültürünün az gelişmişliği ya da uzun süreler bunun baskı altında ezilerek başkalaştırılmasıyla açıklamak daha yerinde.
Arap Devrim´i sonrası ilgili ülkelerdeki siyasal biçimlenişin kısa bir analizi bu saptamanın doğrulanması anlamında önemli. Kısaca üç ülke bazında bu durumu incelersek:
Libya'nın Kaddafi sonrası radikal dinci kesimlerin eline geçtiğini iddia etmek mümkün değildir. Temmuz 2012´de yapılan genel seçimlerde şeriat yanlısı olarak gösterilen Müslüman Kardeşler´in 80 kişilik mecliste sadece 17 milletvekili çıkarışı bu durumu doğrular nitelikte. Ayrıca batılı diplomatlar tarafından oldukça tehlikeli olarak görülen ve Abdul Hakim Belhac tarafından yönetilen İslam Parti´sinin seçimlerden sadece bir milletvekili çıkarabilmesi bu durumun başka bir kanıtı. Diğer taraftan Amerika´da eğitim almış ve seküler düşünen bilim adamı Mustafa A.G. Abushagur´un geçiş süreci sonrası Eylül 2012´de ilk başbakan olarak seçilişi ve toplumda düşüncesi itibariyle ciddi bir destek alışı Libya´da güç dengelerinin kimin lehine olduğuna gösteren ciddi bir kanıt.
Tabii ki Libya´da hala devlet otoritesinde olmayan paramiliter güçlerin varlığını da kabul etmek gerekir. Önceki dönemde sistem tarafından bilinçli bir şekilde ayakta tutulan aşiret temelli bu güçler, gelişen nispi demokratik ortamda ciddi bir güç kaybına uğradılar. "Devrimin kaybedenleri" olarak önemli oranda güç kaybına uğrayan bu kesimler, El-Kaide'nin Libya kolu olan Ömer-Abdul-Rahman tarafından rahatlıkla mobilize edilen bir güç haline geldiler. Son olarak ABD elçiliğine yapılan saldırıda da bunların kullanıldığına dair ciddi iddialar var. Bu yönüyle Libya´da gelişen protesto daha çok devrim sonrası gelişen kısmi demokratikleşme ile otoritesi sarsılan kesimlerin protestosu ve bunların El-Kaide tarafından enstrüman olarak kullanılışı olarak okumak gerekir.
Mısır´da gelişen tepkinin biçimi de birçok yönüyle Libya ile benzerlik taşıyor. Gelişen protestolar sonrası Mısırlı tanınmış gazeteci Hani Shukrallah'ın Al-Ahram Weekly ´da yayınlanan bir makalesinde bu filmin özelikle aşırı köktenci Selefiler tarafından suiistimal edilerek, devrimle kazanılan değerlerin yok edilmesine yönelik bir eylem olduğunu yazması oldukça anlamlı.
2012'in Temmuz ayında gerçekleşen seçimlerde Işık Partisi adı altında girdikleri seçimde yüzde 29 oy oranıyla çıkan Selefiler Batı'nın rengini taşıyan demokrasi, kadın ve insan hakları gibi yeniliklere karşı duruyorlar. Bu yönlü atılan tüm adımları engellemeye çalıştıkları gibi, İslam karşıtı film gibi şeyleri de bahane ederek toplumsal dinamikleri Batı karşıtı bir mecraya sürüklemeye çalışıyorlar. Fakat seçimler sonrası ardarda patlak veren skandallar ve reel politikanın zorunlulukları Selefilerin ciddi anlamda itibar kaybetmesine yol açtı. Müslüman Kardeşler´in yeteri kadar İslami değerlere sahip çıkmadığı manivelasından hareketle güç kazanma politikasının ne kadar sonuç vereceğini ise önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Müslüman Kardeşler olarak bilinen hareketin de iktidara gelişinden sonra daha önceki radikal çizgisinden oldukça uzaklaştığını gözlemlemek mümkün. Mursi'nin ABD ile kurduğu ciddi politik ve ekonomik ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler bu durumun en bariz göstergesi olarak algılayabiliriz. Müslüman Kardeşler´in programında olan şeriat yasalarına dayalı bir sistemin bugünkü koşullarda geçerliliğinin olmadığını Mursi anlamış görünüyor. Mesala en temel ekonomik kaynak olan turizm sektörünün şeriat kurallarıyla devam ettirilemeyeceği tartışmasız bir gerçek.
Arap Baharı'nın başladığı Tunus´ta da siyasal atmosfer Mısır ve Libya'dan farklı değil. İslam karşıtı film bahanesiyle gelişen bir dizi protesto genel siyasal atmosferi yansıtıyor. Ancak Selefilerin 2010 sonrası burada ciddi bir güce dönüştükleri gözden kaçırılmamalı. Tunus´un bazı küçük kentlerinde Selefi grupların hayatın akışını belirlediğini, neyin yasak neyin yapılabileceğine karar verdikleri bir sır değil. Özelikle kırsal kesimde Selefilerin Müslümanlığın asıl ve tek savunucuları olduğuna inanılıyor.
Böylesi bir toplumsal algının oluşmasında aslında daha çok sekülerlik adına her şeye yasak koyan ve insanların sivil ve sosyal yaşamını tümüyle kontrol altına almaya çalışan eski baskıcı rejimin çok büyük bir payı var. Bir önceki sisteme oranla varolan nispi serbestlik ortamında, tepki niteliğinde gelişen bu eğilimleri anlamak mümkün. Ama uzun vadede Selefilerin etkinliğini devam ettirmeleri mümkün gibi görünmüyor.
Nitekim kıyı şeridinde ve büyük şehirlerde sol liberal partilerin önemli ölçüde güç kazanması bunun bariz bir göstergesi. Son seçimlerde ılımlı İslami parti olarak görülen Ennahda Partisi'nin birinci parti olması Tunus´un demokratik gelişimi için bir şans olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Ennahda seküler çizgisiyle gelişebilecek her türlü köktenciliği engelleyebilecek nitelikte ve nicelikte bir parti konumunda. Ayrıca seçimlerden Ennahda dışında oldukça ciddi bir güç kazanarak çıkan sol-liberal partilerin mecliste ki güçlü temsiliyeti de Tunus´un geleceği açısından önemli bir demokratikleşme sigortası. Bu yönüyle Tunus´da İslam fanatizmi üzerine kurulu politika yapan güçlerin sistemi tümüyle bu yöne doğru sürükleyebilmeleri mümkün gibi görünmüyor.
Bu üç ülke bazında Arap dünyasında gelişen siyasal dönüşüm süreçleri değerlendirildiğinde Batı dünyasında gelişen "Şeriat korkusunun" ve "demokratik gelişimin sekteye uğrayabileceği" kuşkusunun yersiz olduğunu söylemek mümkün. Demokrasiye geçiş süreci sancılı da olsa ve Batı dünyasının kendi kafasında oluşturduğu demokrasi şablonuna çok uygun bir seyir izlemese de, Arap dünyasının geri dönülmez bir transformasyon sürecinin tam ortasında olduğunu söylemek mümkün. Lakin sözkonusu ülkelerin hepsinde, ilk defa dikta rejimleri yerini çok partili sistemlere bırakıyor. Dolaysıyla parlamentolardaki çok seslilik ve her kesimin şu veya bu oranda temsili ve güçler ayrılığı ilkesinin ilk defa ciddi bir hayat buluşu gelecekte gelişmesi muhtemel dikta rejimlerinin panzehiri olacaktır.
Devrilen dikta rejimleri ve sonrasında oluşan siyasal atmosferin ciddi bir analizi bize Huntington tarafından teorize edilen ve Alman siyaset bilimcileri K. von Bayme ve W. Merkel tarafından da geliştirilen "the waves of democracy"i hatırlatıyor. Dünyada şu ana kadar gelişen ve "demokrasi dalgası" olarak adlandırılan dört ana siyasal altüst oluş sürecini Ortadoğu ve Kuzey Afrika hariç dünyanın bütün bölgeleri yaşadı. Ve bu değişim son olarak Doğu Avrupa´da görüldüğü üzere ciddi bir demokratikleşme sürecine başlatıp "defekte Demokratie" diye tabir edilen noktaya kadar taşıdı.
Arap dünyasında gerçekleşen bu büyük devinimin özelikle "third democracy wave" diye tabir edilen ve Latin Amerika'yı içine alan "3´cü demokrasi dalgası"yla oldukça benzer nitelikler taşıyor. Augusto Pinochet ve Alfredo Stroessner gibi dikta rejimlerinin yaratmış olduğu baskı mekanizması ve sonrasında gelişen halk ayaklanmalarının yol açtığı demokratikleşme süreci ve dikta rejimlerin alaşağı edilişi Arap dünyasında gelişen altüst oluşula oldukça benzer nitelikler taşıyor.
Dolaysıyla 21. yüzyılın ilk çeyreğinde gelişen bu toplumsal devinimi yol açtığı siyasal depremi "5´inci demokrasi dalgası" olarak değerlendirmek abartı olmayacaktır.
* Latent: Henüz belirgin hale gelmemiş, gizli seyreden, klinik olarak belirti göstermeyen.
** Kenan Engin, PhD International Relations (Uluslararası İlişiler), University of Heidelberg ve University of Applied Science Mainz'da öğretim üyesi.