Hava bulutluydu. Karanlık, soğuk bir sonbahar günü. Arabamız bozuk köy yolunda ilerliyordu. Bir zamanlar büyük bir Amerikan Üssü'nün bulunduğu Diyarbakır'ın Pirinçlik köyü'ne gitmeye çalışıyorduk. Diyarbakır kent merkezinden çok değil, sadece 15-20 kilometre uzaklıkta bulunan bu köye doğru giderken yol bir yerde, ansızın bitiyordu. Geri kalanını köy ahalisinin hergün yaptığı gibi yürümek zorunda kalacaktık.
Karacadağ'ın püskürttüğü lavların parça parça düştüğü ve taşlı tarlaya çevirdiği bu coğrafyada, yolu olmayan köyün içlerine, beklendiğimiz eve doğru sıçrar adımlar ile taşların üzerinden zıplayarak yürüyorduk. Başka evlerin önündeki yağmur karanlığını bozan ve üzerindeki tencerede pek de zengin sayılmayacak bir muhteviyatın akşam yemeği için kaynadığı odun ateşlerinin yanından geçiyorduk. Ateş yalazlanırken ağır aksaktık. Taşlı tarla uzadıkça uzuyor, yoksulluk kendisini iyice belli ediyordu. Üstelik Güney Doğu Anadolu bölgesinin en büyük ve ekonomik açıdan "hallice" kenti Diyarbakır'a bu denli yakın bir yerdeki terkedilmişlik duygusu bizi de etkisi altına alıyordu.
2000 yılında yapılan "beyana dayalı nüfus sayımı"ndan sadece bir gün önceydi. Birazdan bir televizyon ekibi olarak çekeceğimiz görüntüler ve haberimizin "kahramanı"nın yaşam öyküsü kulağa inanılmaz geliyordu, akıl bu hikayeye bir anlam yüklemekte zorluk çekiyordu.
İsimsiz, kimliksiz bir hayat
İsmi neydi? Daha doğrusu isminin ne önemi vardı? Aslında resmi daireler nezdinde o yoktu. Yaşını bilince yaşadıkları daha bir mana kazanıyordu. O günlerde 61 yaşındaydı. Belini büken fakirlikle mücadele ederken, yaşadığı zorlu hayat kavgasının izlerini gözlerinden, nasırlı ellerinden, vaktinden önce kırışan cildinden anlamak mümkündü. Ama yaşadığı güçlüğü gerçek anlamıyla tanımlayabilmek hikayesini kendi ağzından dinleyince mümkün olacaktı.
On küsur çocuğu, çok sayıda torunu olan bir vatansızdı. O yaşına kadar ne bir kimlik cüzdanı olmuştu, ne de sahip çıkacağı yurttaşlık hakları. Böyle olunca yükümlülükleri de yoktu; okula gitmemiş, askerlik yapmamış, vergi vermemiş, hiç eğitim almamıştı. Okuma yazma bir tarafa, Türkçe öğrenmek için de hiçbir şansı olmamıştı. Pek tabii bizimle de anadili olan Kürtçe olarak ve tercüman aracılığı ile iletişim kuruyordu.
Kendisinin değilse de eşinin bir kimliği vardı. Çocuklarının bir kısmına bu sayede kimlik çıkarılabilmiş, okula gidip diploma almaları mümkün olabilmişti. Ama geri kalan çocukları annenin üzerine yazdıramayınca yaşlı adamın başına gelenler talihsiz çocuklarının da başına gelmişti. Nüfus kayıt memurlarının çıkardığı zorluklar, bürokrasinin derinlemesine uzayıp giden karanlık koridorlarında tepilen onca yol ve bir o kadar da kırtasiye yükü omuzlarına binmiş, yine de olmamıştı.
Bu noktada memur inisiyatifi devreye girmiş, kimliksiz çocuklar köy muhtarı ve öğretmenin inisiyatifi ile okula kabul edilmiş fakat "hiçbir ülkenin vatandaşı" olmadıkları için mezuniyet belgesini ellerine alamamışlardı ama hiç değilse okuma yazma biliyorlardı. Yaşlı babalarına verilmeyen en basit haklar, onlardan da esirgeniyordu. Devlet, bölgenin en büyük kentine bu kadar kısa mesafede yaşayan bir adamdan, onun ailesinin varlığından bile haberdar değildi, en azından 61 yıldır...
İlk kez 2000'de insan yerine kondu
2000 yılında ilk kez yapılacak beyana dayalı nüfus sayımının onlar için ayrı bir önemi vardı. Devlet, hayatı boyunca ilk kez 61 yaşındaki adamın hem kendisini hem de ailesinin büyük bir kısmını ilk kez insan yerine koyacaktı. Gerçekten de hiç azımsanamayacak bir adımdı atılan. Bugüne kadar nüfus kayıt memurunun önüne bir kimlik koyamamışlardı ki! Onlar yoktu. Hiç olmadılar. Bu kez "var olduklarını" beyan etmeleri yeterli olacaktı.
Aradan neredeyse 10 yıl geçti. Çocukları büyüdüler. Torunları da. Belki 2000 yılındaki sayımın ardından bir girişimde bulunulmuştur, birer kimlik verilmiştir... Sonrasını takip edemedim. Fakat hikayenin yaşanmış kısmı yaşanan sorunu ortaya koyması açısından çok acı bir resmi ortaya çıkarıyordu. Türkiye'de Kürtlerin başına gelenler ile ilgili olarak çok şey anlatıyordu. CHP ile başlayan ve iktidara gelen tüm siyasi partilerin Kürtleri yok sayan siyaset anlayışını bir tek öyküde topluyordu 61 yaşındaki Pirinçlik köylüsü ve ailesinin yaşadıkları.
Sayım anını da canlı yayınla vermişti çalıştığım haber kanalı. Ekranda ben soruyordum, sayım memuru Kürtçe'ye çeviriyordu söylediklerimi. Kürtçe konuşmanın hala siyasi tabular arasında başı çektiği günlerde yapılan bu röportaj "anadilin kullanımı" açısından önemliydi. Bu söyleşi Türkiye'de ana akım medyada yapılan ilk Kürtçe canlı yayınlardan biriydi, belki de ilki... Yayında Kürtçe söylemişti yaşlı adam, kucağında sevimli bir bebek tutuyordu, torununu. Çevirmen sonra Türkçe anlattı söylediklerini: Bugün, bu yaşımda beni vatandaş yapsınlar, askere bile giderim.
Dili, kimliği ve kültürü yok sayınca...
Yapılan, bu özel olaydan hareketle kimliğin yok sayılmasıydı. Köyde onun başına gelen şey bir kültürün reddini ortaya koyan devlet politikalarının göstergesi değilse neydi? Köy boşaltmalar, zorunlu göçe tabi tutulmalar, Diyarbakır Cezaevi dehşeti, Olağanüstü hal, JİTEM gerçeği... Listenin uzaması mümkün. Şiddeti doğuran sebepler yerine bir kültürü yok kabul etmek. Dilini, adetlerini, yaşam koşullarını hiçe saymak...
"Virajı dönüp gelsinler, adına demokrasi açılımı diyelim, biz de destek olalım" diyen Baykal'ın teklifi kadüktür. Mesele tam anlamıyla kültürel haklarından yoksun bırakılmış bir halkın taleplerine kulak vermekle adını da tam olarak koymaya ihtiyaç var. Murat Belge'nin tanımıyla, "Toplumu ideolojik bir 'insan organizması' modeline göre kavrayan, bedendeki organlar gibi toplumdaki değişik kesimlerin de 'ortak' çıkar uğruna 'dayanışma' içinde varolması gerektiğini savunan bir dünya görüşü olan korporatizm" adındaki devlet geleneği ile çözmenin imkansızlığı son 30 yıldır ortaya çıktı. Bu nedenle, Kürt sorunu devlet mekanizmasının "red" ve "inkar" politikalarında ısrar etmesi ile değil, doğru hastalığa doğru teşhisi koymak ve adını hiç çekinmeden vermekle çözülebilir.
Kısaca, yukarıda hayat hikayesini anlattığım, eğer yaşıyorsa bugün 70'lerinin başındaki kimliksiz Kürt köylüsünün sorununu, devlet ancak adı "Kürt açılımı" olan bir girişim ile çözebilir: Ona, diline, ailesine, çocuklarına ve kültürüne sahip çıkarak.
Demokrasi, sayın Baykal, hiç kuşkunuz olmasın peşi sıra gelecektir. "Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi", "bir tür demokrasi açılımı" filan diyerek geçiştirilecek kavramların hükmü kalmadı artık. "Kürt açılımı" biçimindeki adlandırma, ayrılıkçılık değil, geç kalmış bir idrak sorununun telafisi olacaktır.(MU/EÜ)