Feminist felsefe ile queer kuramı üzerine çalışmaları ve savaş karşıtı görüşleriyle tanınan postyapısalcı düşünür Judith Butler 15 Eylül günü 13. İstanbul Bienali’nin açılış konuşmasını yapmak üzere Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi Salonu’nda yüzlerce meraklı izleyicinin karşısındaydı.
Butler’a, ismine aşina olmaktan başka bir yakınlığı olmayan ben de o gün salonda yerimi almıştım. Çünkü konu mühimdi. Çünkü Butler aylardır benim ve daha birçoklarının aklını kurcalayan bir soruyu gündeme getirmek üzere gelmişti İstanbul’a. “Toplanma hakkı nedir?” diye soracaktı Butler ve “Kimdir bu sokaklardaki insanlar?”
Uzun süredir direnişin pratik kaygıları içerisinde doğal olarak sormaya vakit bulamaz olduk böylesi teorik ama can alıcı soruları. Önceliklerimiz değişti, eh, çok da yadırganamayacak sebeplerle.
Soramıyorduk çünkü hangi gaza süt, hangi gaza talcid kullanmak gerekir diye tartışmakla; barikatları güçlendirmekle; parklardan kovulmakla, başka parkları ev edinmekle meşguldük.
Kimileri her bir yeni ölüm veya yaralanma haberiyle iradesi sınanırken sabrının son damlasıyla şiddetsizliği öğütlemeye çalışıyordu. Kimileri ise çoktan gemileri yakmış kısasa kısas bir mücadeleye soyunmuştu.
Ancak ben kendi adıma, direnişin içeriği ve şekli her gün yeni bir noktaya evrilirken pratiğin dayanması gereken kuramın bu tempoyu takip etmekte eksik kaldığını hissediyor, bir şeylerin yolunda gitmediğini seziyordum.
İşte bu yüzden önemliydi “Toplanma hakkı nedir?” “Sokaklarda, yalnız Türkiye sokaklarında değil, dünya sokaklarında kimler var ve ne istiyorlar?” diye sormak.
“Halkın egemenliği devlet egemenliğinden bağımsız olarak var olmalıdır”.
Böyle diyordu Judith Butler ve halk egemenliğinin ancak devlet olgusundan bağımsız bir şekilde var olabilirse devlet egemenliğini meşru kılacağını söylüyordu. Halk egemenliğinin ne oy kullanmakla ne de başka bir yolla bir diğer organa transfer edilemeyeceğini hatırlatıyordu. Demokratik bir düzende devlet egemenliğinin geçerliliğini sürdürmesi için halk tarafından sürekli bir denetim ve eleştiriye tabi tutulması gerekliliğini hatırlatıyordu.
Oldukça basitleştirirsek, halkın egemenliği kavramını oy verme eylemine indirgediğimiz takdirde dört yıllık krallar seçmekle yetineceğimizden bahsediyordu Butler ve bu noktada önemli bir çelişkiye değinmiş oluyordu:
Halkın taleplerini dile getirebilmesi bir yönetimi meşru kılmak için bu kadar elzemken, nasıl oluyordu da bu eylem için gerekli en temel haklardan olan toplanma hakkı meşruiyetini ve güvencesini devletten almaktaydı?
Bir araya gelmek ve sesimizi yükseltmek oy vermek kadar önemli bir demokratik hak iken nasıl oluyordu da bu hak olağanüstü koşullar altında engellenebilir, yok sayılabilir, vazgeçilebilir bir hak olarak algılanıyordu?
Bu şartlar altında, hiç değilse teorik düzlemde, demokratik bir devlet nasıl meşruiyetini koruduğunu iddia edebilmekteydi?
Aynı mantık uyarınca benzeri bir olağanüstü durum gerekçesiyle bir gün seçme hakkı, ifade özgürlüğü, sokağa çıkma hakkı da “askıya alınabilecek” miydi?
Doğası gereği hükümeti veya güç odaklarını protesto etmek için düzenlenen toplantılara müdahele etmek isteyecek organ bizzat devletin kendisi olacakken, devletin halkı devlet müdahalesinden koruyabileceği iddiası en “gelişmiş” toplumlarda dahi bir özgürlük ilüzyonu yaratmaktan öteye geçebilmiş miydi?
Toplantı ve gösteri yapma hakkına dair yasal düzenlemeleri hukuki açıdan yorumlamanın bana düşmeyeceği kesin; ancak Butler’ın söyledikleri ve bireysel deneyimlerim birleştiğinde, siyaset felsefesi çerçevesinde bu soruların cevaplarını düşünmeden edemiyorum.
Toplanmak, farklı istekleri yanyana dile getirmek...
Konuşmasının devamında “toplanmak” kavramının tanımı üzerinde durdu Judith Butler. Toplanma ve gösteri hakkı en basit haliyle bir yerde bulunmak, hareket etmek ya da etmemek, konuşmak, yanyana durmak gibi meşruiyetini devletten değil doğanın, insanın ta kendisinden alan temel hakların bileşiminden ibaret ise toplanmak da doğal ve “kendiliğinden” bir haktı.
Peki topluluğu bir araya getiren, insanları bir topluluk yapan etken neydi?
Judith Butler’a göre bir topluluğun oluşması için topluluğu oluşturan insanların aynı şeyi söylemesi hatta aynı yöne bakması bile gerekmiyordu.
Bir araya gelmek, toplanmak, farklı istekleri yanyana dile getirmek de pekala bir topluluk olmaya yeterdi ve bu haliyle başlı başına bir haktı.
Bu tanım ister istemez “Gezi”yi hatırlatıyordu bana. Belki kendi kişisel tarihimde tanık olduğum ve yer aldığım tek büyük ayaklanma olduğu için, belki de her büyük ayaklanma bu tanımla ilişkilendirilebilecek biçimde yöntem ve hedef çeşitliliklerini içerdiği için.
Gezi direnişinin ilk günlerinden bu yana bambaşka deneyimler ve acılarla yoğrulmuş bir kitle, bambaşka talepleri dile getirmek için yanyana gelmeyi seçti.
Gezi direnişini önemli kılan; herhangi bir protestodan, mitingden farklı ve güçlü kılan şey aslında Butler’ın bu alışılmadık topluluk tanımının keşfinde yatmaktaydı.
Bir araya gelmek, yan yana bağırmak, dayanışma içerisinde olmak için aynı acıları deneyimlemiş olmak, aynı haksızlıklara karşı başkaldırıyor olmak gerekmiyordu.
Yanındaki insanın acısını anlamak, hele ki yıllar boyu yan yana gelmekten kaçındığın bir insansa söz konusu olan, her zaman o kadar kolay değildi belki.
Ancak acının, zulmün ve haksızlığın her türlü muhalif topluluğun ortak paydası haline geldiğini anlamak, bu paydada buluşmak, birleşerek güçlenmek mümkündü. Gezi direnişi, bu ülke topraklarında uzun yıllardır görülmemiş böylesi bir birlikteliğe ev sahipliği yaptığı için tarihi bir olaydı.
Peki direnişin ilk haftalarında birbirileriyle ilk kez tanışan farklı gruplar, daha önce duymadığımız hikayeler, sesler bugün neler söylüyor?
Aylardır beraber mücadele ettiğimiz insanların acısını ve kavgasını paylaşmaktan bir adım öteye geçip bu kavganın dayandığı temelleri, acının kaynağını anlamaya çalıştığımız noktaya varabildik mi?
“Geziciler, çapulcular veya direnişçiler” gibi isimlerle betimlenen bu topluluk bana öyle geliyor ki artık her şeyden önce sokağa çıkabilme, bir araya gelebilme, sesini duyurma hakkı için sokağa çıkıyor, bir araya geliyor, sesini yükseltiyor.
Artık bu topluluk hep bir ağızdan bin bir farklı derdi, itirazı bağıran Butler’ın topluluğu değil, aylar içerisinde ortak bir tarih, ortak üzüntüler ve kızgınlıklar biriktirmiş, aynı yöne bakan ve aynı şeyi söyleyen bir topluluk.
Aylardır sistematik bir şekilde uygulanan polis şiddeti, gayriresmi sokağa çıkma yasakları, caydırma politikaları, tehditler ve en önemlisi ölüm ve yaralanmalarla sokaktaki insanların öfkesi bilinçli bir şekilde, bizzat devlet eliyle tek bir odağa, polise yönlendiriliyor.
Polisin masumiyetini ya da emir kulluğunu savunacak değilim. Ancak polis, direnişçilerin birbirilerinin mücadeleleriyle tanışmaları ve bu mücadelelere ortak olmak için somut adımlar atmaları gereken yerde tüm enerji ve öfkeyi üzerinde toplayacak bir yem olarak kullanılıyorsa, öfkemizin haklılığını bir an için bir kenara bırakıp direnişin aldığı bu yeni formun bize neler kaybettireceğini de tartmak gerekir diye düşünüyorum.
Bundan üç ay önce doğanın talanı, seçim barajı, etnik ayrımcılık, üniversitelerin özerkliği, kapitalizmin sömürüsü, kadın hakları, keyfi tutuklamalar, yaşam tarzına yapılan müdahaleler gibi sayısız farklı soruna karşı ayaklanan bireyler, sendikalar, sivil toplum örgütleri ve siyasal partiler artık bu sorunlara değinmek için değil yalnızca “sokağa çıkmak, hakkımızı savunmak, sesimizi duyurmak, kayıplarımızın yasını tutmak için kimseden izin alacak değiliz!” demek için sokaklara çıkıyorlar.
Artık yapılan gösteriler her şeyden önce gösteri hakkının ta kendisini savunuyor. Elbette bundan daha doğru, daha haklı bir argüman olamaz. Elbette sokaklara çıkmak, inadına çıkmak, inadına bağırmak gerekiyor. Ancak aralıklarla farklı semtlerde patlak veren olaylara baktıkça yaşananların, özellikle de yitirdiğimiz canların verdiği acı ve öfkenin gözlerimizi bağlamaya başladığını; barikatlar, havai fişekler ve taşlarla verilen bu mücadelenin polisle direnişçiler arasında bir “sen mi büyüksün ben mi?” kavgasına dönüşürken hükümetin sahneden elini eteğini çektiğini görmek zor değil.
31 Mayıs günü, bir parkı korumak isterken akıl almaz bir şiddetle karşılaşan cesur insanların yanında durmak için bir araya gelmiş bulunduk ve bu tekil amacın bir araya getirdiği bizler, paylaştıkça, dinledikçe, kendi derdimizi, itirazımızı alıp parka doluştukça duyarlı bir insan kalabalığı olmaktan çıkıp, farkına varmadan Judith Butler’in sözünü ettiği o alışılmadık topluluk tanımının canlı pratiğini sergiler olduk. Bu pratiği yaşatamadığımız takdirde, Gezi direnişinin üzerine kurulduğu sağlam temelin çok geçmeden çürümeye yüz tutacağından korkuyorum.
Sokaklarda olma hakkı için verilen mücadelenin önemini kimse yadsıyamaz ancak gerek akademik çalışmalarla, gerek sivil katılımla taleplerimizi ve yöntemlerimizi somut biçimde belirlemedikçe bu fiziksel mücadele anlamını ve amacını günbegün kaybedecek, gittikçe eleştiriye daha açık hale gelecektir.
En başta ne için meydanlara dolduğumuzu tekrar hatırlamak, direnişin tabanını akılcı taleplerle, yaratıcı çözümlerle doldurmak, direnişi haklı ve tarihi kılan alt yapıyı acımız, öfkemiz ne olursa olsun terk etmemek durumundayız. Çünkü ancak o zaman, mücadelemiz, yitirdiğimiz altı canın anısını yaşatacak ve onurlandıracaktır. (ECA/ÇT)