“Günler geldi, günler geçti. Kavganın şekilleri değişti. Herkes inandığı için lazım geleni yapmaya çalışıyordu. Ben her gün aynı yolda yürüyor, lekenin önünde duruyor, ona bakıyor, eğiliyor, çözülen ayakkabımın bağcığını düğümlüyordum. Doğrulurken de birkaç tekme savuruyordum. Onun garantisi duvardı. Duvar, kocaman, büyük, heybetli ve gözleri olmayan bir canavardı. Arkasındakiler, duvarın arkasındakiler onun bu haşmetine güveniyorlardı. Yıkılmazdı, yıkılmaz görünüyordu. Ama her duvar çatlar. Her duvar yıkılır. Dünyanın neresinde olursa olsun duvarlar yıkılır. O duvarın altında birileri kalır. Duvarın kim altında kim kalacaktı? Soru buydu. Kim duvarın altında kaldığında kazanmış olacaktı?”
Türkiye Cumhuriyeti toprakları, kurulduğu günden bu yana “duvar örme” konusunda hiç sorun yaşamadı. Burada yaşayan herkes inancı, davası, fikri, düşüncesi, adına ne derseniz deyin, örülen bu “duvarlar”a kendince katkıda bulundu. Kimi adam öldürdü, kimi bir yerleri bombaladı, öbürü birini sattı, diğeri davasını sattı, beriki saf değiştirdi. Ama duvarlar bazen görünür, bazen görünmez bir şekilde hep hayatımızda oldu.
Aşamadık o duvarları. Yıkamadık. Yıkmaya çalıştığımızda, ufalanan üç beş parçada harcın, insanın kanıyla karıldığını gördük. Bu defa da kendimizi geri çektik. Korktuk. İnsanız çünkü. Ve Caner Almaz’ın Everest Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Duvarlar”dan, yukarıda alıntıladığım gibi, “Kim duvarın altında kaldığında kazanmış olacaktı?”, bunun muammasıyla yaşadık, yaşıyoruz. Almaz’ın kitabı “Duvarlar” da, “duvarların” tüm heybetiyle arşa yükseldiği zamanlardan, 1970’li yıllardan, Halil, Birgül, Aysel ve Oğuz karakterleriyle, inançları, idealleri, dostluğu, aşkı, mücadeleyi, geride kalanları, ileride bekleyenleri anlatıyor.
Halil, Birgül, Aysel, Oğuz hepsi de “yamalı hayatlardan” çıkıp, o “yamalı hayatları” geride bırakıp sıfırdan bir hayat kurmak için büyükşehre gelmiş gencecik dört kişi. Her zaman olduğu gibi ipleri başkalarının elinde olan kaderle bir araya gelmiş, birbirlerini sevmiş, omuz vermiş, güvenmiş, aynı tasa kaşık daldırmış, aynı sigara paketini ve daha birçok şeyi paylaşmış bu dört güzel insan, zihinlerinden çok kalplerine kazınmış geçmişlerinden sıyrılarak yeni bir sayfa açmak için “büyükşehre” geldiğinde, ipleri hep başkalarının elinde olan “kader” vesilesiyle bir araya gelmiş.
Okumuşlar, okumaya, anlamaya çalışmışlar. Tüm dünya üzerinde dönen fırtınanın burada katbekat daha fazla hissedilmesinden mütevellit, kendilerini bir davanın içine atmışlar. Büyük harflerle yaptıkları konuşmalar, onların hayat acemiliğini saklayamamış. Bıraktıkları izler, duvarlara yazdıkları, aynı gecenin sabahına silinen yazılardan ileri gidememiş ama o naif kalplerinde taşıdıkları düşüncelerden de vazgeçmemişler. Zaman mefhumu, toz bulutuyla birlikte ortadan kalkıp da “duvarlar” görünmeye başladığında ise her biri bir yöne savrulmuş. Kalanlar, “duvarlar”a bakarak olmaya devam etmiş. Sonu olmayan bir hikâyenin karakterleri olarak hayatlarına devam etmişler. Onca şeyden sonra ne kadar edebildilerse…
Caner Almaz, “Duvarlar”da yeni bir şey söylemiyor. Zaten söylenecek yeni bir şey yok bu hikâyede. Bilinmeyen de bir şey yok. Bu yüzden “Duvarlar”ın farkı, anlatı biçiminde kendini gösteriyor. Caner Almaz, Halil’i, Birgül’i, Aysel’i, Oğuz’u bize anlatırken, kitabın içinde birbirlerini, birbirlerine anlattırarak meseleyi bir de onların ağzından duymamızı istiyor. Kimin hangi sevabı, kimin hangi günahı işlediğini o zaman anlıyoruz. Yine karakterlere ayrı ayrı değindiği bölümlerde, uzun uzun cümlelerle, sıkılma pahasına da olsa onların hikâyelerini bize okutturan Almaz, kayıp bir zamanın kayıp kişileri üzerinde döndürüyor kalemini. Olaydan çok karakterlere ya karakterler üzerinden olaylara değinen “Duvarlar”, bir dönemin “insanına” tutuyor aynasını.
(BS/VC)