Bilinciniz modernist eğitim sisteminin içerisinde şekillenmiş, yaşınız kırkın üzerinde ve dahası bir taşra üniversitesinde akademisyen olarak hayatınızı sürdürüyorsanız sakalınızı hemen her gün kesmek zorundasınız demektir. Dahası bu "zorunluluk", sadece üniversite kılık kıyafet yönergeleri uyarınca değil, toplumun ve dahası akademinin yazılı olmayan kuralları gereğince ve daha kötüsü içselleştirilmiş kurallar gereği isteğinizce de böyledir.
Peki ama neden?
Çünkü bu uygarlık "sapma"lara ihtiyaç duysa da aslında "sapma"ları sevmez. Çünkü modernist paradigma "ama"sız ve "sapma"sız evrensel mutlak bir "doğru"nun bulunduğu "inancı" üzerine kuruludur.
Aslında ne garip bir paradokstur bu: Çünkü modernizm kendisini "akılcılık" üzerine inşa etmiş olsa da, hepimizin akla inanmasını isteyerek bünyesinde teolojinin varlığını sürdürmüştür. İşte o nedenle modernite, bu inancı şüpheye düşürecek her "sapma"dan ölesiye nefret eder. Aksine düzgün ve pürüzsüz yollardan haz duyar. Yolların dolanmasından, yollardaki çukur ve engellerden ya da yoldaki çer-çöpten korkuya kapılır. Ve duyulan bu korku uygarlığı var eder: Otoyollar çukur ve engellerden arındırılır, yolların çevresindeki ya da kentlerin merkezindeki çer-çöp temizlenir ve pürüzsüz bir asfaltta ya da kentsel dönüşüm sonrası saflaştırılmış bir mekânda her geçen gün hızlanan otomobiller ve insanlarla modernist inanç yeniden üretilir.
Ama gelin görün ki sakal bu gerçeği yerle bir eder. Çünkü modern uygarlıkta sosyalleşmeyi en çok sağlayan yapılardan birisi olan yüzün orasında burasında biteviye çıkmaya yemin etmiş o kıllar, sadece varlıklarıyla aslında hakikatin ve gerçeğin pürüzsüz olamayacağını söylerler -tıpkı bedenimizin başka yerlerinde çıkan kıllar gibi. O nedenle modernite kılları ötekileştirir. Onları insanın hayvaniliğini yani evrimsel açıdan geriliği gösteren "a(r)tık"lar olarak etiketler ve sağlık-temizlik kültürünü var ederek "sapma"ları gözünün önünden kaldırır.
Aslında bu "temizlik" hareketi sadece kıllara karşı değildir. Aksine modernite hayattaki pek çok farklı "pisliğe" işaret ederek, sağlıklı yaşamak yalanı eşliğinde uygarlığı düzene ve temizliğe boğar. Bu bağlamda tüm canlıların sindirim sistemlerinin çalıştığının en temel kanıtı olan dışkının "atık" olarak sembolize edilmesi, dahası lağım çukurları ve kanalizasyon sistemleri ile gözden ırak hale getirilmesi ve insanın bir parçası olan bokun insana yabancılaştırılması aslında uygarlığın temizliğe mahkûm edilmesidir.
Bu satırları kabul edilemez kadar iğrenç bulanlar için hatırlatalım ki, yakın zaman öncesine kadar insan boku kadınların güzelleşmek için yüzlerine sürdükleri değerli bir materyaldi. Ve ne ilginç ki bok o gün pis kokmuyordu.
Bu nedenle nasıl ki bugün kadınların gebelik sonrasında döl yataklarından dışarıya attıkları parçalar -plasenta- kimyasal işlemler sonrasında çok pahalı kremler olarak güzelleşmek uğruna yüzlere iğrenmeden sürülüyorsa, o gün bok için de aynı durum söz konusuydu.
Hâsılı kelam insanın uygarlığına bir açıdan imkânsızlığın bir politikası olarak düzgün ve pürüzsüz olmaya çalışmanın uygarlığıdır diyebiliriz. Ve hiç şüphe yoktur ki, bu durum akılcılık sayesinde insanı "insanlık" kavramına ulaştırdı. Ama ne acıdır ki aynı zamanda bu durum, "insanlık" kavramı altında ifade edilen bir dolu temel insan hakkını da "pislik" olmayanlara yani onu hak edenlere indirgedi. Ve o gün bugündür, bu dünyada siyasi iktidarlar değişse de düzgün ve pürüzsüz bir yolla insanlığın kurtulacağını kabul eden görüş hiç değişmedi.
Hiç kuşku yok ki bu "okuma" siyasi iktidardaki değişimlerin önemsiz olduğunu iddia etmemektedir. Aksine bu "okuma", yaşanacak nöbet değişimlerin, sadece doğru, düzgün ve pürüzsüz "tek yolun" hangisinin olduğunu topluma ilan eden bir yapıdan başka bir işlevi olmadığının altını çizmektedir sadece. O nedenle bu gerçeği göremeyen ve Türkiye'de olduğu gibi yaşanan her "nöbet değişimi" sonrası siyasi iktidardan medet uman kişiler bir süre sonra hayal kırıklıklarıyla başbaşa kalmaktadırlar. Çünkü uygarlığın paradigması kökten değişmediği sürece bu uygarlık dahilinde egemen olan her siyasi iktidar, kendi aklının varlığını sona erdirebilecek her varoluşu kendisinin aydınlık, doğru ve pürüzsüz yoluna çıkmış bir kıl ya da temizlenmesi gereken bir a(r)tık ya da doğrudan dışkı sayacaktır. Ne hazin bir çelişkidir ki, gözün köreldiği bu noktada modernite kendisini de var eden kurucu ilkeyi yok edip insanı boklaştırmaktan çekinmemektedir.
Perifer kapitalist bir ülke olarak modernite akılcılığının da periferine düşen ve tarihsel geçmişinde hemen hiçbir alanda mikro ve makro iktidarlara karşı gerçek anlamda direnmenin yaşanmadığı bu ülkede düzgün ve pürüzsüz bir "yol" dahilinde bir toplum ve ülke yaratma hevesi çok daha zorlu olmuştur. Bu bağlamda uygarlığın ideolojik aygıtlarının yetkinleşemediği bu ülkede "yoldan çıkanları" yola sokmak ve "sapma"ları temizlemek hep devletin zor aygıtlarına kalmıştır. Bu anlamda T.C'nin bir nevi yolun düzgünlüğünü bozan çıkıntıları -yani "sapma"ları- tornadan geçirip yolu düzelten bir "Torna Cumhuriyeti" olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.
Hal böyleyse bu yapıyı değiştirmenin yolu farklı yolların birbirleriyle temaslar kurduğu, birbirleriyle köprüleştiği ve birbiri içerisine girdiği bir dünyayı ve ülkeyi tahayyül etmekten geçtiğini iddia etmek pekâlâ mümkündür. Bunun somut karşılığı ise gülden hoşlansak da onun karşısında dikenden yana olmak ve dahası binbir nedenden dolayı kılsız bir surattan hoşlansak da suratımızı -hele ki bugün- kılların kaplamasına izin vermekten geçmektedir. Çünkü bugün açlık grevine katılan insanların eylemlerinin nedenleri aslında insanlığın en temel haklarına dayansa da eylemciler sadece Kürt oldukları için, yani bu topraklar için "müesses nizam"ın tanımladığı düzgün ve pürüzsüz doğru yolun yalan olduğunu kanıtlayan tanıklar oldukları için modernist siyasi iktidar ve onun başkomutanı tarafından ölüme terk edilmişlerdir.
İşte o nedenle nefes almak bahtını ve bahtsızlığını yaşadığımız bu uygarlığın nasıl bir düzen olduğunu yeniden hatırlamak için bugün uygarlığın "kıl", "bok", "pislik" dediği yüz aklarımıza sahip çıkmak ve bu çıkışı suratımızı kaplayan bir dolu kılla önce kendimize, sonra da dosta ve düşmana göstermek hayattan umudu kesmememin bir gereğidir.
* Osman Elbek, Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi.