Oysa, son yıllarda adanın kuzeyinde barış umutlarının yeniden yeşermeye başlamasıyla, muhalefet üzerindeki baskılar katlanmaya başlamıştı. Muhalif gazetecilerin "casus" diye tutuklanıp, sonra da hiçbir kanıt ortaya konulamayarak salıverilmeleri, ya da aleyhlerinde yazıları nedeniyle yüzlerce dava açılmış olması, hatta Denktaş'a dolaylı hakaret ettiği iddia edilen bir yazıdan ötürü hapse atılmış olmaları-öyle ya "düşünce suçları" nasılsa bizler için vakayı adiyedendi-Türkiye medyasının/kamuoyunun dikkatini çekmedi.
Türkiye'de kimsenin, barıştan yana görünmeye başlayan resmi politikanın Kıbrıslıtürklerin hayatına, baskıların artması biçiminde yansımasına, aldırış ettiği yoktu. Konuyla en ilgili, hatta barış misyonerliğine soyunan gazeteciler için bile, anlaşılan o ki, nasılsa yukarılardan tasarlanan ve de Türkiye'nin de nihayetinde kabul etmek zorunda kalacağı şekilde sorun artık çözülecekti, dolayısıyla Kıbrıslıtürkler biraz daha cefaya katlanabilirlerdi.
Böylelikle, örneğin Kuzeydeki gündelik hayatın akışına, barışın yakında gerçekleşebileceğini düşündürecek her hangi bir şeyin karışmasına bile, konulmamış yasaklarla izin verilmiyordu. Diyelim, Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları İsmail Cem ile Yiorgiou Papandreu sirtaki/zeybek oynarlarken, Gazimağusa'ya konser vermek için gelen Leman Sam'ın Yunanca söylediği şarkılar, buradaki iktidar - edenleri kızdırıyordu.
Yunan müziği eşliğinde tabak kırmak!
İstanbul'daki tavernalarda Yunan müziği eşliğinde tabaklar kırılırken, Kuzeyde "Rumca radyo dinlemek", Türkiye'deki Kürtçülüğe eş bir "hainlik" sayılan "Rumculuğunuza" delil olabiliyordu. Kıbrıslıtürkler ile Kıbrıslırumların oluşturdukları iki-toplumlu koro, İstanbul'da konser verebiliyor ama Lefkoşa'da veremiyor, böyle olunca da, örneğin sınırın iki tarafından aynı anda söylenen ortak türkülerin Kıbrıslıtürkçe sözleriyle, Kıbrıslırumca sözleri ancak Lefkoşa rüzgarının gücü yettiği kadarıyla birbiriyle buluşabiliyordu.
Yani biz Türkiye'de, Türkiye ile Yunanistan arasında yumuşamaya başlayan havanın Kıbrıs'a da sirayet etmesini beklerken, adanın kuzeyinde barış sözcüğünün telaffuz edilmesi bile her zamankinden daha riskliydi. Böylelikle ne politik, ne de medyatik temsil şansına sahip olan Kıbrıslıtürklerin barış talebi, biz Türkiyelilere ulaşamıyordu.
Türkiye medyası ve Barış mitingi
Bu nedenle Lefkoşa'da 27 Kasım Çarşamba günü gerçekleştirilen "Barış Mitingi" Kıbrıslıtürklerin (politik/medyatik) temsiliyeti açısından çok önemliydi. 92 sivil toplum örgütü tarafından ortaklaşa düzenlenen ve de 15 ile 20 bin arasında kişinin katıldığı tahmin edilen miting, Kıbrıslıtürklerin şimdiye kadar gerçekleştirdiği en yüksek katılımlı gösteri oldu.
Kamu görevlileri genel grev çağrısına uyarak, işyerlerine gitmedi, işyerleri kepenklerini kapattı. Yabancı basın oradaydı, Türkiye basını da öyle. Bu defa Türkiye basınının dillendirilen barış beklentisini - Kıbrıstürkler ile Türkiyelilerin çıkarlarının örtüştüğü böyle bir tarihsel anda - görmezden/göstermezden gelmesi beklenemezdi, ancak gene de, Türkiye medyası mitinge gerekli ilgiyi göstermedi.
Aslında, Annan Planına destek vermek için gerçekleştirilen miting, Kıbrıslıtürk muhaliflerin kendilerine yüzyıllardır hiç kimsenin ne istediklerini sormadığı bu coğrafyada verdikleri söz sahibi olma mücadelesinin, son halkalarından birisi olan "Bu Memleket Bizim" mitinglerinin bir devamı niteliğindeydi.
"Bu memleket bizim" Mitingleri
İlki 2000 yılı Sonbaharında gerçekleştirilen "Bu memleket bizim" mitinglerinin Kıbrıslıtürklerin kimliklenme tarihinde önemli bir yeri var. Çünkü Kıbrıslıtürkler, gerek Rum/Yunan gerekse Türk şovenizminin birlikte marifetliye, yüzyıllar boyunca kendilerini "Kıbrıslı" hissetmekten, bu coğrafyaya bütününe bir aidiyet geliştirmekten, yerleşiklik duygusu oluşturmaktan alıkonuldular.
Çünkü, Rum/Yunan şovenizmi onları, yabancı/dışarıdan-sanki "yerlilik" Kıbrıs gibi bir coğrafyada ya da başka yerlerde ve başkaları için mümkündü de, bir tek Kıbrıslıtürklere kısmet olamamıştı!-Kıbrıslırumları ise yerli/buralı sayıyordu. Kıbrıslıtürkler ya geldikleri yere dönmeliydiler, ya da Rum/Yunan yönetimi altında-sunulan koşullarda-yaşamayı kabul etmeliydiler.
Buna karşılık Türkiye'nin resmi politikası ise, "Türkiye'nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur" günlerinde, Kıbrıslıtürklerin "anavatana" göçlerini teşvik etmek iken, sonradan "aslında adanın hepsi Türklerin", ya da hepsi değilse "yarısı Türklerin" ("Ya Taksim Ya Ölüm") biçiminde seyretmiş, dolayısıyla adadaki Türk nüfusun korunması, hatta mümkün olduğunca artırılması biçimini almıştı.
Adanın yarısı "Türk(iyeli)lerin" oldu
Kıbrıslıtürkler 1964-1974 yılları arasında güvenlik gerekçesiyle "ada içindeki adacıklara" - enklavlara - yerleştirilmişler, bir tür "rezervasyon kampı" hayatı sürmek zorunda bırakılmışlardı. Yani Kıbrıslıtürklerin adadaki yerleşiklikleri-Kıbrıslırumlarinkinden farklı olarak-her içerden/dışardan esen rüzgarla yerinden-edilebilecek ya da yeniden-tanımlanabilecek bir yer(siz)'liliğe dayanıyordu.
Evet 1974'de adanın "yarısı" Türklerin oldu, ama Kıbrıslıtürklerin değil, "Türk(iyeli)lerin" (Zaten herkes Türk değil miydi?). Kıbrıslıtürklere, kimsenin tanımadığı bir pasaport ile, adresi olmayan bir yer/yurt sağlandı. Adanın bütününü isteyip de, yarısıyla ("yavruvatan" ile) kifayet etmek durumunda kalan Türk şovenizmi, "tek karış vermeyiz şehit kanıyla sulanmış bu topraklardan" diyerek kuzeyin coğrafyasını, dağ dağ, sokak sokak, meydan meydan, köy köy yeniden-yazma işine girişti.
Adanın coğrafyasının yeniden-yazılışı, Kıbrıslıtürklerin yüzyıllardır çeşitli etkilerle harmanlanmış kültürlerinin yoksayılması üzerine kuruluydu. Öyle ya, Denktaş'a göre, Kıbrıs'ta literatüre "Kıbrıs eşekleri" diye giren soyları tükenmekte olan nadir hayvancık dışında, "Kıbrıslı" hiçbir şey yoktu ki Kıbrıslıtürk olsun!
"Hangi yarısını sevmeli insan?"
1980'lerde, yani Kıbrıslıtürkler bu adressiz/koçansız (biz "tapu" diyoruz) toprakların kendilerine ait olmadığını, daha doğrusu bu coğrafya/yurt üzerinde eskiden olduğu gibi, şimdi de söz sahibi olamayacaklarını artık iyice anladıklarında, adanın öteki yarısındaki tarihlerinden ders çıkarmasını bilen Kıbrıslırumlarla birlikte, Kıbrıslılık ortak paydasında, "Kıbrıs'ın hepsi bizim/Kıbrıslıların" söyleminde, birleştiler.
Bu söylem başka dışlamaları/'yabancı'laştırmaları/ötekileştirmeleri içermesi pahasına, iki toplumun muhaliflerini sınırlar ötesinden buluşturdu. (Neşe Yaşın'ın "...yurdunu sevmeli diyor babam, benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından, hangi yarısını sevmeli insan" dizelerinin Kıbrıslıtürk/rum muhalifleri tam yüreklerinden yakalayıp adeta "karşıt-ortak milli marş" haline gelmesi bu yüzdendi).
1990'lar boyunca iki-toplumlu buluşmaların karşılıklı empati oluşturan deneyimlerinden geçen Kıbrıslıtürkler, işte en son olarak 2000'li yıllarla birlikte, "Bu memleket bizim" mitingleri aracılığıyla seslendiler dünyaya. Böylelikle, Türk şovenizminin bildik söyleminin öznesini yerinden edip, sadece "Girne de Mağusa da," değil, "Baf da, Larnaka da bizim" diyorlardı ama bu defa "biz" derken kastedilen "Kıbrıslılardı".
Kıbrıslıtürkler ve "Kara Delik" Türkiye medyası...
Ne var ki, Kıbrıslıtürk muhaliflere ait diğer her şey gibi, "Bu memleket bizim" mitinglerinin sesi de, Türkiye yaygın medyasının kara deliğinde yutuldu. Dolayısıyla Türkiye'nin "kendi dertleri başından aşkın" insanları, Kıbrıslıtürklerin sesini, ancak bu ses "bir çığlığa" dönüşerek dışarı patladığında duyabildiler.
Kıbrıslıtürk medyasının, politikacılarının Kıbrıslıtürklere kazandıramadığı temsiliyeti, Türkiye'nin kolayca "vatan haini" denilemeyecek kadar merkezdeki gazetecisi Mehmet Ali Birand'ın, amacını aşan programları kazandırdı!
Birand'ın önce Yakın Doğu Üniversitesi'nde gerçekleştirdiği 32.Gün, en son olarak da, Doğu Akdeniz Üniversitesi'nde gerçekleştirdiği "Manşet" programlarında, konuşturulmayan üniversite öğrencisi Kıbrıslı gençlerin vermiş oldukları tepki, en merkezdeki Kıbrıslıtürklerin bile paylaştığı bir "iç" sesin dışa vurumuydu.
Bu yüzden de, son Manşet programında, ancak "artıkaybedecekhiçbirşeyyok" anında patlayabilecek bir güçte çığlıkla söylenen "bırakın da biz konuşalım, burası bizim yurdumuz" sözleri, Kıbrıslıtürklerin şimdiye kadar bastırılmış bütün duygularının temsilcisi oldu.
"Sizi yıllardır sırtımızda taşıyoruz"
Ercan Havaalanı'nda kocasından yeşil pasaportlu, belli ki sadece kumar oynamak üzere kuzeye gelmeye tenezzül etmiş bir kadının, bavulunu taşımaya yardım etmeyen check-in görevlisine, "biz sizi yıllardır sırtımızda taşıyoruz" diye bas bas bağırırken, Kıbrıslıtürklerin gösterdiği müthiş suskunluğun sesi, benim hala kulaklarımda.
Nihayet, bu suskunluk, bir Kıbrıslıtürkün ağzından çığlığa döndü ve farklı politik çizgilerdeki binlerce Kıbrıslıtürkü, geçtiğimiz Çarşamba günü gerçekleştirilen "Barış ve Umut" mitinginde buluşturdu.
Manşet Programının temsil ettikleri/edemedikleri...
Ancak, burada söz Birand'ın programlarından açılmışken, politik olarak temsil edilmeyen Kıbrıslıtürklerin-çünkü Kuzey Kıbrıs'da seçimlere müdahale ediliyor, ayrıca Kıbrıslıtürkler/türkleşmişler sayıca azınlıktalar-medyada temsil edilme biçimleriyle ilgili bir sorunun üzerinde durmak gerekiyor.
Burada kastettiğimiz sorun aslında farklı siyasal çizgilerden Kıbrıslıtüklerin kendilerini ifade edebilecekleri kanallar bulamamalarıyla ilgili bir sorun değil sadece, sonunda Türkiye yaygın medyasında bir temsil imkanı bulabildiklerinde, karşılarına çıkan program formatıyla ilgili bir sorun.
Hatırlayın, Manşet programının Güneyde gerçekleştirilen bölümünde, Mehmet Ali Birand, kendisinin arzuladığı kadar Plan yanlısı görünmeyen Kıbrıslırumlara "yarın Kıbrıslıtürklerin ağzından, planı nasıl istediklerini duyacaksınız" diyerek, bir bakıma bu programları yapmaktaki misyonu gereği, Manşet dizisini "barıştan yana" bir söylemle kapatacağı/bağlayacağını müjdelemişti!
Peki öyle mi oldu? Umulmadık şekilde evet. Birand'ın taşıdığı misyon tam bu tür programların, katılımcıları olabildiğince kutuplaştırmaya dayalı formatına çarpıp, tuzla buz olacaktı ki, beklenmedik bir şey oldu. Birand'ın, belki konuşsunlar da eteklerindeki taşlar dökülsün diye, belki rayting artsın diye, belki de sadece kulağına öyle yapması fısıldandığı için bolca söz verdiği Türkiyeli MHP'li öğrencilerin şovenist dili, bir "gerçeği" daha çıplaklaştırdı. Kıbrıslıtürklerin Türkiyelilerle ilişkilerinde duymaya alışkın oldukları bu yukarıdan, kendilerini "eksik-Türk" gören, bir o kadar da tehditkar dil olmasaydı, belki de, Türkiyeli izleyici, Kıbrıslıtürklerin konuşturulmadığı gerçeği ile yüzleşemeyecekti.
İşte Kıbrıs bu!"
Dolayısıyla, Birand'ın programını kapatırken büyük bir hoşnutsuzlukla/çaresizlikle söylediğini sandığımız, "işte Kıbrıs bu", aslında, ortaya çıkarmayı vaat ettiği mesajdan daha fazlasını verdi ve izleyicilere; "Kıbrıstürklerin barışı istediklerini, ancak bunu söyleyebilmekten bile alıkonulduklarını" gösterdi.
Yani, - "buna da şükür!" demeli-Kıbrıslıtürkler, Manşet Programında, ironik bir biçimde apaçık bir haksızlıkla engellenen (eksik) temsilleri, üzerinden, bir temsiliyet kazandılar. Ancak, Birand'ın programıyla ilgili hala daha bir sorun var. Bu da, programda Kıbrıs'taki Türkiyelilerin, barış konusundaki tavırlarının seslerini korkmadan duyurabilen tek grup olarak sadece şövenist kesimlerce temsil edilmiş olması.
Oysa, Kıbrıs'ta yaşayan Türkiyelilerin hepsi barış konusunda kendilerine temsil şansı verilenler gibi düşünmüyor, ancak onlar kadar konuşma özgürlüğüne sahip değiller. Başka deyişle, Kuzeyde Kıbrıslıtürklerle empatik olabilen Türkiyeliler de var, tıpkı Programdaki "ben de Türkiyeliyim, ama burası onların memleketi, bırakın da onlar konuşsun" demeye cesaret edebilen yegane kız öğrenci gibi.
1974'te gelenlerin çocukları...
Daha önemlisi, yine Türkiye'den 1974'lerin hemen sonrasında göç etmiş ailelerin burada doğup büyümüş birinci kuşak göçmen gençler de, Programda hiç temsil edilmediler. Oysa, onlar da artık an az/en fazla Kıbrıslıtürkler kadar buralılar ve de Plana göre de geleceğin ortak devletinin vatandaşları olacaklar.
Ayrıca, barışın burada o ya da bu nedenle yaşayan Türkiyeliler arasında da destek bulduğunun bilinmesi önemli, çünkü ileride "Kıbrıslılığı" sadece "buralı" ana/babalardan devralınan bir miras gibi kuran bir başka türlü şövenizmin ortak-ötekileri haline kolayca getirilebilirler.
Nitekim, Güneyde, "Kıbrıslıtürklerle birlikte yaşayabiliriz ama Türkiyelilerle asla" biçiminde bir "ırkçı" söylemin yaygın olduğunu, Kuzeyde ise, yılların birikmiş öfkesinin Kıbrıslıtürkleri, "evet itiraf ediyorum, Kıbrıs şövenistiyim" dedirtecek bir noktaya getirdiğini biliyoruz.
Maronitler, Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Türkiyeli Türkler...
Ancak bu, Kıbrıslılığı, sadece Kıbrıslıtürklük/rumlukla sınırlayan dışlayıcı/ötekileştirici bu zihniyet, Avrupa Birliği'nin en azından felsefi olarak etnik ve yerel aidiyetleri aşmayı gerektiren bir buluşma sunan çerçevesiyle uyuşmuyor.
Dolayısıyla Kıbrıslıtürk/rum muhaliflerin bir ortaklık kurabilme adına tutunmaya çalıştıkları Kıbrıslılığın da, kendini bu adaya/coğrafyaya ve onun yeni siyasal kimliğine saygılı bir aidiyetin adı olmak üzere yeniden tanımlanması gerekiyor.
Çünkü Kıbrıs'ta sadece Kıbrıslıtürk/rumlar yok, Maronitler, Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Türkiyeli Türkler, Araplar, İngilizler, Uzak Asyalılar ve daha pek çok diğerleri de var. Yani Kıbrıs'ta barış öncesinde olduğu kadar, barış sırasında da yapılacak çok şey var.
Ancak yine de, galiba bugün bulunulan noktada en önemli ve en acil olan şey, Kıbrıslıtürklerin şimdiye kadar işitmezlikte gelinen-ancak kendisini giderek daha güçle duyuran - barış beklentilerine ilgili tarafların artık kulak vermesi. (YÖ/NM)