Kıbrıs'ta çözüm ihtimali giderek güçleniyor.
12 Ocak’ta Cenevre'deki konferansta bir araya gelen taraflar ve garantörler (Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık), müzakerelerin en kritik başlığı olan “güvenlik ve garantiler”i ilk kez tartışmaya açtı.
Taraflar karşılıklı olarak fikir teatisinde bulundu ve taleplerini birbirlerine iletti. 18 Ocak'ta ise yine Cenevre'de teknokratlar düzeyinde bir toplantı gerçekleşecek.
Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun basın açıklamasına göre, Türkiye'nin talepleri kısaca şöyle:
* Garantiler kalacak.
* Anlaşma Avrupa Birliği’nin (AB) birincil hukuku olacak.
* Türkiye vatandaşları Kıbrıs'ta AB vatandaşlarıyla aynı hakka (dört özgürlük) sahip olacak.
İlk olarak çok tartışılan “garantiler” kavramını ele alırsak...
Kıbrıs'ta inşa edilecek yeni anayasal düzenin güvenliği ve sistemin istikrarlı bir şekilde işleyebilirliği açısından garantilerin kaldırılması kabul edilebilecek bir yaklaşım değil.
Lakin 1960 yılından kalma anakronistik önlemlerin sürdürülemez olduğu ve garanti faslında farklı alternatiflere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçek.
Dolayısıyla adada barışın ve huzurun teminatı olarak, hem Kuzey Kıbrıs toplumuna kendini güvende hissettirecek, hem de Güney Kıbrıs toplumunda endişe ve çekince yaratmayacak yeni bir sistem kurulması bir zorunluluk.
Kıbrıslı liderler Nikos Anastasiades ve Mustafa Akıncı'nın ana hatlarıyla “geçiş süresi” için yaktığı yeşil ışık, her ne kadar söz hakkı garantörlere ait olsa da tarafların bu hususta bir mutabakata varabilme ihtimalini gerçekçi kılıyor.
İkinci maddedeki talebe gelirsek eğer: "Anlaşma AB'nin birincil hukuku olmalı."
Kuzey Kıbrıs tarafının olmazsa olmaz olarak nitelendirdiği birincil hukuk meselesi, 49 yıllık müzakerelerin başarıya ulaşması halinde, mevcut anlaşmayı koruyacak hukuki bir önlem niteliği taşıyacaktır.
Zira varılacak anlaşma, sonradan AB hukuku zemininde bir aşınmaya uğramamalıdır. İki tarafın da kabul edeceği bir anlaşma sadece iç hukuk niteliği taşır ise ileride AB hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle değiştirilebilir, hatta iptal edilebilir.
Bu Birleşmiş Milletler parametrelerinden biri olan “iki kesimlilik” ilkesini dahi tehdit etmektedir.
Dolayısıyla Türkiye'nin bu hususta AB birincil hukuku talebi yerindedir.
Ne var ki, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun açıklamasında şüphesiz en dikkat çekici kısım, Türkiye vatandaşlarına dört özgürlük (serbest dolaşım, yerleşme, iş kurma ve mülk edinme hakkı) talebi olmakta...
TIKLAYIN - ERDOĞAN: TÜRKİYE'NİN OLMADIĞI BİR GARANTÖRLÜĞÜ ASLA BEKLEMEYİN
Yersiz ve aşırı bir talep
Tüm bunlar arasında Türkiye'nin Türkiye vatandaşları için dört özgürlük talebi, ele alınan başlık (güvenlik) perspektifinde hem çok yersiz, hem de çözüm ihtimalini tehlikeye atacak kadar aşırı bir talep.
Nedenlerine gelirsek...
1974'ten sonra Kuzey Kıbrıs'a yerleşmiş ve burada KKTC vatandaşlığı almış Türkiye kökenliler (yaklaşık 50 bin kişi), çözüm halinde zaten Birleşik Kıbrıs Federasyonu ve AB vatandaşı olma hakkı kazanıyor.
Kıbrıs'taki üniversitelerde yükseköğrenimlerini devam ettiren Türkiye vatandaşı öğrenciler (yaklaşık 47 bin kişi) ise tıpkı tüm dünyada olduğu gibi öğrenci vizesiyle ikametlerine devam edebilecekler.
Bunun dışında Kıbrıs'ta çalışan veya iş sahibi olan Türkiye vatandaşı işçiler de (yaklaşık 40 bin kişi) yine tüm dünyada olduğu gibi çalışma izniyle hayatlarını sürdürebilecekler.
Türkiye vatandaşlarına sağlanan tüm bu kolaylıklar ışığında, garanti başlığı altında dört özgürlük talep etmenin amacı nedir?
Güvenlik bağlamında yapılan müzakerelerin karşılıklı endişeleri gidermesi gerekirken, bu tip maksimalist talepler hem Kuzey Kıbrıs hem de Güney Kıbrıs tarafında çekinceleri arttırmaktadır.
80 milyonluk bir nüfusun, 1,1 milyon nüfuslu bir adaya kayıtsız ve kontrolsüz akışına olanak sağlamak, hem güvenlik hem ekonomik hem de huzur perspektifinde telafisi olmayacak sonuçlar doğuracaktır.
TIKLAYIN - KUZEY KIBRIS SÖZCÜSÜ: HARİTALAR SUNULDU
Görülen o ki, Türkiye bu taleple üç şeyi amaçlamaktadır:
En iyimser ihtimal; önümüzdeki günlerde tam bir esnaf pazarlığına dönüşecek olan müzakereler esnasında, sonradan vazgeçilebilecek bir kozu şimdiden ortaya sürerek pazarlığı yukarıdan açmak ve bu hususta hayati başka başlıklarda kazanımlar elde etmek.
İkinci olasılık ise, bir çözüm halinde Birleşik Kıbrıs Federasyonu'nun üzerinde doğrudan ve dolaylı olarak bir kontrol sağlamak.
Adaya yasal ve yasadışı şekilde yerleşebilecek Türkiyeli nüfusun büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel enstrümanlarla bu hedefe kolaylıkla ulaşabileceği aşikar.
İlk ikisine kıyasla gerçekçi olmasa dahi, bir diğer ihtimal ise “dört özgürlüğü”, Türkiye-AB mülteci anlaşması akabinde gündeme gelen ancak bir söylemden öteye gidemeyen “vize serbestisi”ne indirgemek.
Bazı üst düzey bürokratların "şehit kanıyla sulanmış yarım asırlık Türk yurduna vizeyle mi gireceğiz" şeklinde dile getirdiği hamasi söylemlerin toplumda karşılık bulduğunu dikkate alırsak, mevzubahis talebi iç politikaya yönelik bir hamle olarak değerlendirmek çok da yanlış bir tahlil olmaz.
TIKLAYIN - BM KIBRIS TEMSİLCİSİ: ÇÖZÜM ZOR AMA İMKANSIZ DEĞİL
Tüm bunların dışında Türkiye, vatandaşlarının dört özgürlükten faydalanmasını gerçekten arzu ediyorsa, Avrupa Birliği'nin bazı demokrasi kriterlerini yerine getirerek AB üyeliğini hak etmesi gerekiyor.
Neredeyse 50 yıldır süregelen Kıbrıs müzakereleri artık bir nihayete varmak üzereyken ve mevcut durum taraflarca "son şans" olarak nitelendirilirken, tüm tarafın yapıcı ve uzlaştırıcı adımlar atılması mecburiyeti ortada.
Kuzey Kıbrıs toplumunun geleceği, Türkiye'nin iç politika menfaatleri doğrultusunda riske edilmemelidir.
Olası bir anlaşmazlığın bu bağlamda yaşanması halinde, çözümsüzlüğün müsebbibi olarak Türkiye'nin gösterileceği aşikardır.
Ve akabinde riske edilecek gelecek sadece Kuzey Kıbrıs toplumuna ait olmayacak, Türkiye'de yaşayan her bir birey doğrudan veya dolaylı olarak bu krizden nasibini alacaktır. (ABG/YY)