* Fotoğraf: Pixabay
“...Bütün insanlığın mutsuzluğunun kaynağı yalnızca tek bir şeyde yatmaktadır ki bu, insanın bir odada kendi kendine, sakin bir şekilde oturmayı becerememesidir.”
Korona günlerinde bir akşam vakti… Uzun bir iş gününün ardından hafta bitmiş, geriye kendim diyebileceğim her ne kalmışsa sonunda onunla baş başa kalabilmişim. Kalmışım kalmasına ama kendisini rahat bırakmaya da niyetim yok pek. Bir şeyler okumak gerek diye düşünüyorum içten içe, izlemek belki, yazmak ya da… Meşgul olmak gerek yani.
Yazıyorum ben de. Yazarken de nedense elim ilk bu yazının girişinde paylaştığım cümleye gidiyor. Erling Kagge bu sözleri matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal’dan alıntılıyor “Gürültü Çağında Sessizlik” [1] kitabında. Bense bu satırları okuduğumdan beri bundan 400 sene önce yaşamış birinin yaptığı bu tespiti ne koronavirüs salgınının getirdiği sosyal izolasyon ve eve kapanma döneminden ayrı düşünebiliyorum artık ne de neoliberal çağda hayatımızın bir parçası olan daimî meşguliyet halinden…
***
Kagge Norveçli bir kâşif ve yayıncı, 90’ların başında önce Kuzey Kutbu’na, ardından tek başına Güney Kutbu’na gidiyor, 1994 yılında Everest’e de tırmanarak dünyadaki “üç kutba” da yürüyerek giden ilk kâşif oluyor. “Gürültü Çağında Sessizlik” de onun tüm bu tek başınalık ve sessizlik deneyimlerinden süzülüp yazıya dökülen kitaplarından biri.
İnsanın sessizliği her şeyden önce kendi içinde araması gerektiğini, etrafında ne kadar çok ses olursa olsun bu sessizliğe ulaşabileceğini söylüyor Kagge. Fakat bu sessizlik bir çeşit dinginlikle veya iç huzurla eş anlamlı değil onun için. “Beynin doğal hali kaostur” çünkü Kagge’ye göre. Her ne kadar günlük rutin işlerimizin peşinden koşarken beynimizi adeta otomatik pilota alsak da ne zaman ki tüm bu rutinin dışına çıkıp bir odanın sessizliğinde kendimizle baş başa kalırız, işte o zaman beynimizdeki kaos da ortaya dökülür. [2] İzleyecek, dinleyecek bir şey olmadan geçirdiğimiz küçük bir anın dayanılmaz hafifliği yani...
Fakat, diğer yandan, bu hissin bizi alt etmesine izin vermeye de niyetimiz yoktur pek. Yine Kagge’den - daha doğrusu Pascal’dan - alıntılamak gerekirse: “...kendi kendimizden sürekli kaçışımız, o kadar acı bir gerçekliktir ki, biz insanlar bunun üzerine düşünmekten kaçınırız.” Başka bir deyişle, “şimdiki zaman bir işkencedir” ve biz “her daim dikkatimizi kendimizin ötesinde, uzağa, başka bir şeye çekecek olan yeni şeyler” arar dururuz. [3]
O zaman belki de bu noktada şunu sormak gerekiyordur: Peki ya günün birinde büyük bir salgın hastalık çıkar ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişiyi alıştığı o rutinden koparıp evinin dört duvarı arasına hapsederse o zaman ne olur?
***
Pandemiyle birlikte gelen bu sosyal izolasyon ve eve kapanma haline bu pencereden baktığımda kendim dahil etrafımdaki pek çok insanda gözlemlediğim huzursuzluk biraz daha anlam kazanıyor sanki. Öyle veya böyle hepimizin hayatının bir parçası haline gelen bu hastalık, kısa süreliğine de olsa bu kaçışa bir dur demiş olabilir mi gerçekten?
Başta Çin olmak üzere dünyada Aralık 2019’dan itibaren kendini gösteren, ülkemizde ise Mart ayından bu yana sıklıkla duymaya başladığımız “Evde kal” çağrıları ve “Hayat eve sığar” telkinleri kim veya kimlerle aynı eve kapandığımızdan bağımsız olarak hepimizi biraz da kendi kendimizle baş başa bıraktı aslında.
Modern teknolojinin sağladığı imkanlar büyük ölçüde elimizin altında olsa da yapacak iş, okuyacak kitap, izleyecek dizi veya film kalmadığında bir noktada kendi kendimizle, kendi kaotik, huzursuz sessizliğimizle kaldık yine. Kendimizden kaçacak yerimiz kalmadı aslında bir bakıma… Bu sessizlik, bu meşguliyetten azade olma hali, her şeyden önce kendimizle meşgul olmak anlamına geldi çoğumuz için.
Ne yapıyorum, diye sorduk belki. Nereden geldiğimi biliyorum ama nereye gittiğimin farkında mıyım? Hayattan, kendimden ne istiyorum, ne bekliyorum? Bu hayatta peşinden gitmeye, mücadele etmeye değer gördüğüm bir hedefim, bir amacım var mı? Peki ya şimdiye kadar yaptıklarım? Değdi mi gerçekten bu kadar çabaya, emeğe, yorgunluğa?
Bu izolasyon dönemiyle birlikte hayatımıza giren bu durma, durup düşünme hali ister istemez bir kendimizle yüzleşme, kim olduğumuzu görme deneyimini de beraberinde getirdi sanki. Hayatımızın bir Z raporunu çıkarma fırsatı sundu belki bize.
***
Tam da bu noktada, Erling Kagge’nin “Gürültü Çağında Sessizlik” kitabına yeniden dönüp bakıyorum. Kagge’ye göre, başka şeyler üzerine düşünmek ve böylece dikkatimizi kendimizden başka bir yere çekmek için kullandığımız bilumum teknolojik alet aslında “doğuştan beraberinde getirdiğimiz ihtiyaçların bir sebebi olmaktan ziyade bir sonucudur.” [3] Diğer bir deyişle, “hayatı kaçırmaktan” korkarak günümüzün çok büyük bir kısmını gözlerimizi dikerek geçirdiğimiz ekranlar, boş zamanlarımızda bile “kendimizi geliştirmek” için elimizi attığımız şeyler, bizi biz yapan her neyse, o yüzden hayatımızda varlar.
Peki her şey bu kadar basit ya da masum olabilir mi gerçekten? Bu sürekli meşguliyet halinin, boş zamanlarımızın bile tam anlamıyla boş olamayışının insanın “özünden”, “doğasından” ya da adı her neyse ondan kaynaklandığına ikna mı olmalıyız yani?
Kendi adıma bir cevap verecek olursam, ben bu içten içe sürekli hissettiğimiz meşgul olma ihtiyacının, boş zamanlarımızı bile “faydalı” bir şeyler yaparak doldurmaya, böylece kendimizi geliştirmeye çalışmamızın, dolayısıyla o boş zamanların da o kadar boş olamayışının “o daimî huzursuzluğumuzdan” ya da “doğal halimizden” kaynaklandığına, her şeyin bu kadar basit ve masum olabileceğine kendimi ikna edemiyorum bir türlü.
Dahası, özellikle pandemi koşullarında milyonlarca insanın işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya kaldığı, binlerce çalışanın ücretsiz izin adı altında gelir kaynaklarından edildiği, böylesine ciddi bir halk sağlığı sorunu karşısında evde kalabilmenin bir “lüks” haline getirildiği, bu lüksü yaşayabilenlerinse neredeyse eskisi kadar tüketmeye devam edip emekçinin sırtındaki yükü daha da katlanılmaz kıldığı bir ülkede, tüm bu yazdıklarım benim için bile bir beyaz yakalının varoluşsal sıkıntılarından öte bir anlam ifade etmiyor maalesef.
***
Belki çok alakasız, hatta nahif gelecek şimdi yazacaklarım. Fakat ben yine de tüm bunlara baktığımda hiçbirini birbirinden ayrı düşünemiyorum. Başka bir deyişle, evde kalanın yaşadığı o huzursuzluk ile evde kalmasına izin verilmeyenin yaşadıklarını, bunu mümkün kılan her neyse onu aynı düzlemde görmeden edemiyorum.
Farkındayım, uzun uzadıya bir neoliberalizm eleştirisine girişmek bu yazının da yazarın da sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Diğer yandan, sıklıkla neoliberalizmle anılan esneklik ve rekabet kavramlarına ve buna bağlı olarak yaratılmaya çalışılan - ya da belki de çoktan yaratılmış olan - bireye atıfta bulunmak bu bağlamda faydalı olabilir.
Bu birey - yani biz, hatta belki de hepimiz - mevcut rekabet ortamına ayak uydurabilmek için sürekli esnek olmalı, değişen veya değişmesi her zaman muhtemel olan koşullara uyum sağlayabilmeli, bunun için de kendini kişisel ve profesyonel anlamda sürekli geliştirmeli ve piyasanın ihtiyaçlarına göre kendisini güncel tutabilmelidir. Belki sırf bu yüzden de sürekli meşgul olmak zorundadır. Boş zamanlarında yaptığı şeyler bile kendisini geliştirmeye, diğerlerinden bir adım önde olmaya yöneliktir. Yani boş zamanları da asla tam anlamıyla boş değildir. Dışarıda akan bir hayat vardır ve kişiden bu hayatı kaçırmaması, kendisinden yarattığı markayı sürekli güncel, sürekli albenili tutması beklenir.
Bu şekilde davranmak, sisteme ayak uydurmak da sözüm ona bir seçimdir elbette. Fakat seçmediğinizde veya yeterince “esnek” ya da “kalifiye” olmadığınızda kendinizi birdenbire sistemin dışında buluverirsiniz. Dahası, bu öyle bir şekilde yapılır ki sistemi, düzeni ya da adına her ne demek istiyorsanız onu değil, kendinizi sorgulamaya, hatayı kendinizde aramaya, hatta kendinizi suçlamaya başlarsınız. İş – ya da belki de hayat - için yeterince iyi değilsinizdir, kendinizi geliştirememişsinizdir, suç sistemde değil, bizzat sizdedir.
Tüm bu düzenin çarpıklığının, adaletsizliğinin farkına varabilirsiniz elbette. Belki de zaten en başından beri farkındasınızdır ve bu bilinçle başlamışsınızdır her şeye. Kimse zaten sizden farkına varmamanızı istemez, sizden istenen görseniz de başkaldırmamanızdır. Başkaldırdığınızda da zaten ne özgürlüğün o kadar özgür olduğunu ne de aslında size söylendiği kadar çok seçeneğiniz olduğunu anlarsınız.
***
Sonra bir gün yılların koşuşturmasının, meşguliyetinin ardından birdenbire kendinizle, o huzursuz, kaotik sessizliğinizle baş başa kaldığınız bir anda bir kitap okursunuz. Kitabın yazarı size “hissettiğimiz huzursuzluk, her daim bizimle birliktedir, bu bizim doğal halimiz” diyordur. İnanırsınız. Ya da en azından inanmış gibi yapar sayfalarca yazı yazarsınız. (SD/AS)
[1] Gürültü Çağında Sessizlik - Erling Kagge (Alfa Yayınları, 2018)
[2] age. s. 38
[3] age. s. 39