Geçen yıl Cannes’da Altın Palmiye kazanan Kare (The Square), İsveçli yönetmen Ruben Östlund’ın son filmi. Turist (Force Majeure) filmiyle önemli bir çıkış yapan Östlund, yine zihinleri zorlayan bir yaklaşımla seyirciyi kendisiyle yüzleştirmek peşinde.
Filmden akılda kalacak olan, elbette maymun adam sahnesi. Bu sahnede, seyirciye -kendinle yüzleş- mesajını doruğa taşımış Östlund. Yemek masalarına oturmuş, gösteriyi bekleyen kibar hanımlar ve beyefendiler başlarına ne geleceğinin farkında değiller. Koltuklarına çakılmış seyirciler de aynı durumda. Bir anda salona, maymun sesleri çıkararak çığlıklar atan garip bir adam giriyor. Konukların bir kısmı tedirgin, başını önüne eğmiş bekliyor. Bir kısmı ise eğlenmeye başlamış bile, alaycı bakışlarıyla, gülmemek için kendini tutmaya çalışan büzüşmüş dudaklarıyla gösterinin tadını çıkarmaya hazırlar. Henüz hiç kimse başına ne geleceğini bilmiyor. Müze yöneticisinin, yanındaki önemli konuğu uyarması gerekiyor. Bu seferki zorlayıcı bir gösteri olacak. Yine de inanamıyoruz. Bu kadar şık ve zarif insanların bir araya geldiği nezih bir akşam yemeğinde en fazla ne olabilir ki?
Oysa maymun-adamın çığlıkları boşuna değil. Gülüşmeler iyice sinirlendiriyor adamımızı. Neden boş boş bana bakıyor ve gülüyorsunuz? Vahşilik hepinizin içinde. Kendi içinize baksanıza. Şık giyinmiş olmanız, zenginliğiniz, entelektüel oluşunuz, sanata destek vermeniz sizi temizleyip paklamıyor, dönüp bir kendinize bakın önce. Ama insanlar anlamıyor. Kendilerini iyi hissetmek istiyorlar. Müzeye onca bağış yapmışlar ve bir akşam yemeğine davet edilmişler. İyi vakit geçirmeyi hak etmiş olmalılar. Bu maymun-adam da nereden çıktı? Bizi eğlendirecek herhalde, diye düşünüyorlar. İyi düşünmek, iyi hissetmek istiyorlar.
Sonra gerilim hızla yükseliyor. Maymun adam vazgeçecek gibi görünmüyor. En az benim kadar vahşisiniz, bunu size göstermeden, hatta suratınıza şamar gibi çarpmadan şuradan şuraya gitmem, diyor maymun adam. Ve sergiliyor bu tavrını, salondaki herkesi şok edecek şekilde.
Konuklar arasına katılmış oyuncular rollerini o kadar iyi oynuyorlar ki, şiddetin boyutu olay kontrolden çıktı dedirtecek seviyeye geliyor. Bunun planlı bir gösteri olmaması çok zor ve zaten müze küratörü Christian filmin bir sahnesinde ne yapmak istediğini tam olarak söylüyor. Christian, tam da Östlund’un filmlerinde yaptığını yapmak istiyor: Sergilediği sanat eserlerinin insanları sarsması, kendileriyle yüzleştirmesi.
Filmde Christian, çağdaş sanat müzesinin küratörü, yakışıklı, zengin ve başarılı bir karakter olarak çiziliyor. İnsanlara, dönüp kendinize bakın demeye çalışan Christian’ın kendisi bunu yapıyor mu peki? Belki zorlanarak, bir ölçüde, ama başlangıçta pek de bilinçli değil. O da, akşam yemeğindeki konuklar gibi kendini iyi hissetmek ve biraz eğlenmek peşinde. Toplumsal normlar temelinde başarılı bir yönetici ve iyi bir baba olarak bunu hak ettiğini düşünüyor olmalı. Ama işler, Christian için de beklediği gibi gelişmiyor. Yaptığı yanlışlar daha büyük yanlışlara sebep oluyor; ve yakışıklı küratörümüzün seyirciye -bu kadarını da hak etmiyor- dedirtecek ölçüde tacizlere maruz kaldığını görüyoruz.
Örneğin, cep telefonunun çalınması sonrasında, bir apartmanın tüm dairelerine, telefonumu çaldığınızı biliyorum, mesajı atması başına büyük belalar açıyor. Bu olayla ilgili olarak ailesinin suçlamasına maruz kalan çocuk bir türlü peşini bırakmıyor. Christian çocuğun ailesinden özür dileyene kadar da bırakmayacağı anlaşılıyor. Çocuk neden bu olayı bu kadar büyütüyor, diye düşünüyor, hatta olup bitene gülüyoruz. Ancak, bir noktada, konunun asıl Christian’ın aklını ve vicdanını rahat bırakmadığını anlıyoruz. Çocuk gittikten sonra bile onun sesini duymaya devam etmesi bu yüzden. Ve sonunda özür dileme noktasına geldiğinde ise, ne çocuğu ne de ailesini bulabiliyor.
Christian’ın Amerikalı gazeteci Anne ile ilişkisinde de benzer bir rahatsızlık söz konusu. Çok iyi tanımadığın kadınlarla sık sık yatar mısın, diye soruyor Anne. Adını bile hatırlamadığın kadınlarla yattın mı, peki, benim adımı hatırlıyor musun? Kadının, aşırıya varan sorularıyla adamı kendi iş ortamında taciz etmesinde, küçük çocuğun Christian’ın peşini hiç bırakmamasına benzer bir abartı var. Konu yine aynı çünkü. Bu durum, aslında Christian’ı rahatsız ediyor. Belli ki, aramak ya da görüşmek istemeyeceği kadınlarla yatması çok da nadir yaşanan bir durum değil. Ve Christian bu durumdan rahatsız, kendisinden rahatsız, aslında diğer birçok konuda olduğu gibi.
Filmde, insanın kendisiyle yüzleşmesi teması tekrar tekrar ele alınıyor. Maymunluktan insanlığa geçebildik mi, böyle olacağımıza maymun kalsak daha mı iyiydi, dedirtecek çağrışımlar var. İnsanlara güvenemiyoruz. Kimse kimseye yardım etmek istemiyor. Ve birbirimizi umursamıyoruz.
Bu konular etrafında dönen filmi, mesajlarının dağınık olması yönünden eleştirmek mümkün. Yönetmen, çağdaş sanatın işlevi nedir, insanlar neden birbirlerine güvenmiyor, güvenmemekte haksız mıyız, neden kimse dönüp kendine bakmıyor, toplumsal hastalıklarımızın kaynağı insanın bencil oluşu mudur, gibi pek çok soru etrafında birbirinden kopuk denebilecek sahnelerde dolaştırıyor seyirciyi. Filmin bütüncül bir yaklaşıma sahip olmadığı, bir çeşit kafa karışıklığının eseri olduğu hissine kapılmamak mümkün değil. Yine de, temelde ele aldığı konu ve kimi çarpıcı sahneleri nedeniyle akıllarda kalacak bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz Kare’nin. (ND/HK)