21 Mayıs 1864 Çerkeslerin en “kara” günüydü. Çünkü yaklaşık 1.5 milyon kadarı anayurtlarını arkada bırakarak, Anadolu başta olmak üzere Osmanlı topraklarında serpiştirilecekleri sürgün coğrafyasına doğu yola çıkarıldıklarında, bu teknelerdekilerin 500 bini ya Karadeniz’in karanlık sularına gömüldü, ya daha karaya varmadan veya vardıkları yerlerde sıtmadan, salgın hastalıklardan hayatını kaybetti. Öyleki, tanıklıklara göre, yıllarca Karadeniz aldığı bedenleri geri vermeye, deniz kuşları da sahile vuran insan saçlarından, sakallarından kendilerine yuva yapmaya devam edecek, diaspora Çerkeslerinin pek çoğuna da yıllarca balık yememeye yemin ettirecekti.
Türkiye’de genel olarak bilinen adlarıyla Çerkesler (Adigeler, Abhaz/Abazalar, Çeçenler, Osetler) zamanın Rus yöneticilerinin sömürgeci yayılma hedeflerine karşı, 1763 ve 1864 yılları arasında yüzyıldan fazla süren bir savaşla direndiler. Rus yönetiminin görünürdeki amacı, modernleşme projesi gereği “yabanilikleri” ile zamanın modası Batı tipi gelişmenin önünde engel saydıkları “dağlıları”, “medenileştirmek”; esasında ise bir yandan bir “baş belası” dan kurtulurken, diğer yandan anayurtlarına —Kafkasya’ya— el koymaktı….Ama zaten hep böyle olmaz mıydı?
O Kafkasya ki, erken demir çağının başlangıcı, Mezapotamya ve Kuzey Irak ile aynı (M.Ö.6 bin) olarak dönemlenen tarihiyle kadim medeniyetler beşiği ve destanlar ülkesiydi. ‘Yüksek dağları ve derin vadileri ile halk efsanelerine ilham kaynağı olmuş; Prometheus bu topraklarda zincire vurulmuş; Argonotlar altın postun yatağını buralarda aramış; ilahiliğin ve sonsuzluğun sembolü olan mitolojik kuş Simurg Kaf Dağı’nın yüksek tepelerinde uçmuş; Puşkin “Kafkas Mahkumu”nu oradan esinlenerek yazmış; Lermontov’un “Çağımızın Bir Kahramanı”, Tolstoy’un “Kazaklar” ile “Hacı Murat” adlı romanlarında coğrafyasının güzelliklerine methiyeler düzmüştü’. Güzelim iklimi nedeniyle her türden tarım yapılabiliyordu; zengin doğal kaynaklara sahipti; Karadeniz’e açılıyordu, merkezleri, kışlık St. Petersburg ile yarışacak şekilde, Rus soylularının, Çarların yazlık beldesiydi….
Ve işte nihai olarak hedeflenen başarıldı ya da “bir taşla birden çok kuş vuruldu”; Çerkesler Osmanlı topraklarına doğru kitlesel olarak sürgüne uğratıldı, anayurt Kafkasya’ya “temizlendi”, yerlerine başlarına “dağlılar” gibi bela açmayacağı düşünülen halklar yerleştirildi. Bu sonun en travmatik başlangıcı ise, 1864’de geldi…O güne kadar zaten Çarlık orduları, dönemin Rus yönetimini de bağlayan Avrupa savaş hukuku bir yana, ordunun ilgili iç nizamnamelerini de hiçe sayarak, sistemli olarak köylerini yakmış, kabileleri ve köyleri birbiri ardına yerlerinden koparmış ve toplu kıyımın yanısıra kadınlar, çocuklar, yaşlılara bile savaş hukukunun gereklilikleri değil de, Çar ordusu generallerinin emirleri çerçevesinde esir muameleri yapılmıştı.
Nihayet, Çerkesler son savaşı da kaybedince, Rus ordusu 21 Mayıs 1864’de, bugün Çerkes kıyımından kalan Rusça adıyla, Krasnaya Polyana yani Kızıl Çayır adıyla bilinen yerde gerçekleşen askeri tören ile “Batı Kafkasya’nın işgalinin tamamlandığını ve Kafkas Savaşı’nın sona erdiği” ilan etti. Anayurt Kafkasya ise önceleyen ve izleyen göç dalgalarıyla, Çerkes nüfusunun yüzde 90’ını kaybetti.
“Veren” kadar “alan” da mutlu oldu. Osmanlı ve Rus yönetimleri tarafından yapılan çeşitli anlaşmalarla “düzenlenmeye” çalışan sürgün ve iskan, Çerkeslerin Osmanlı coğrafyasında, olabildiğince birbirlerinden koparılarak; ironik biçimde Rus yönetimi tarafından “dağlı” ve “yabani” diye medenileştirilmek istenirken, Osmanlı yönetimi tarafından “devlet otoritesini hiçe sayan göçerleri medenileştirecek”; “eşkiyalığı ve şekaveti önleyecek”; “gayri-müslim nüfusun sayısını dengeleyecek”; bataklıkları kurutarak tarıma elverişli hale getirerek, tarımda üretimi artıracak şekilde iskan edilmeleriyle sonuçlandı.
Sonrası ise malum….Anadolu coğrafyasında kalanlar, tarımda, orduda, bürokraside, Teşkilat-ı Mahsusa’da, Çanakkale savaşında, 150’liler arasında, ayaklanmalarda, ayaklanmaların bastırılmasında, Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında, Lozan anlaşması masasında, askeri darbelerde, sağ ve sol hareketler içinde, Çerkes kimliği ile politika, sanat, spor, kültürel faaliyette bulunmamak koşuluyla her yerde…Ama “hain” ya da “potansiyel bölücü” görülmekten kurtulamadılar.
Kendi kurdukları köylerinin adlarını, dillerini unuttular; soy adlarını sürdüremediler, çocuklarına anadillerinde adlar koyamadılar. Demokratik haklar için Çerkes kimliği ile siyaset yapamadılar. Karadeniz’in kara sularına, salgın hastalıklara, açlığa yenilenlerle sürgün yolunda canlarının üçte birini kaybederek, bir zamanlar Osmanlı coğrafyasına ait olan Balkanlara, günümüzün Suriye, Ürdün ve İsrail’inin topraklarına yaklaşık bir milyon kadarı ulaşırken, sadece Anadolu topraklarında hayatlarını sürdürenlerin nüfusu bugün olsa olsa 6-7 milyon arası tahmin edilebildiğine göre, asimile oldular, hızla da olmaya devam ediyorlar.
Sürgün ve göçün açtığı yarayı ise, kamusal alanda yıllar boyu hiç konuşup, anlatamadılar, onun derin acısını kolektif kimliklerini kuran bilinçdışına bastırdılar, ama sözlü kültürlerine, ağıtlarına, müziklerine sızmasını engelleyemediler. 1990 yılında duvarlar yıkılıncaya kadar Kaf Dağı’nın ardında kalan anayurtları ile ilişkileri neredeyse yok düzeyindeyken, sonrasında gerçekleşen büyük buluşma, kimliklerini, kamusal alanda varoluşlarını yeniden-tarif etmeleriyle sonuçlanan bir dönemi başlatı. Anayurt ve diaspora Çerkesleri ya “unutma” üzere kurulan ya da karşılıklı birbirlerini suçlayan resmi-anlatılar içinde öğretilen tarihlerini, “yeniden-öğrenmek” [1] üzere buluştular.
Şimdi, artık sürgünün—kendilerini anayurtlarında bile azınlık durumuna düşüren [2]—yarattığı bütün sonuçlarıyla birlikte “soykırım” olarak tanınmasını istiyorlar. 1991 yılından bu yana, kitlesel ölçekli sürgünü başlangıcını simgeleyen 21 Mayıslar’da anayurt ve diaspora Çerkesleri, sürgünü ve bu acı “yeniden-öğrenmek”, ve anmak üzere buluşuyorlar. Bu sene de Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği bir etkinlikle, Türkiye Çerkesleri önce 16 Mayıs günü, Varna’dan Trabzon’a kadar Karadeniz’i geçebilen teknelerin karaya çıkabildiği limanlardan —ki kıyısında yakınlarda verdikleri canların mezarları bulundu—Kefken’de buluştu.
Nart Ateşi’nin yakacakları akşam saatlerinde bu, denizlerin en karasına çelenk bırakacaklar. 21 Mayıs’ta ise, Kaberdey Balkar Cumhuriyeti’nin başkenti Nalçik’da gerçekleşecek anma gününe katılacaklar
Soykırımın tanınması, çifte vatandaşlık hakkının elde edilmesi, dil ve kültürlerinin yaşatılması için politik mücadeleden de hiç vazgeçmeyecekler. (PS/BA)
* Yazıdaki tarihsel bilgiler ve aktarmalar, Kafkas Dernekleri Federasyonu tarafından basılan 21 Mayıs ve Çerkesler başlıklı broşür ile, Geçmişten Geleceğe Çerkesler: Kültür, Kimlik ve Siyaset başlıklı kitaptaki çalışmalara göndermeler taşımaktadır. , S. Alankuş, E.O.Arı (der.), Ankara: Kafdav Yay.
** ·Çerkesler, en çok can kaybı verdikleri anayurt toprağında, tam da Kızıl Çayır’da gerçekleşecek olması nedeniyle 2014 Soçhi Olimpiyatları’na karşı çıktılar, bulundukları bütün diaspora coğrafyalarında bununla ilgili eylemler yaptılar, Rusya Federasyonu’nu Çerkes soykırımını tanımaya çağırdılar.
[1] Seteney Shami, “Tarihte Kafkasya: Anavatan, İmparatorluk ve Diaspora”, S. Alankuş, E.O.Arı (der.), Geçmişten Geleceğe Çerkesler: Kültür, Kimlik ve Siyaset, Ankara: Kafdav Yay.,2014,
[2] Bugün Abhazya ve Adigey Cumhuriyeti’nde yaşayan Adige ve Abhazların sayısı ancal 1 milyona erişiyor ve bir hesaplamaya göre, eğer sürgün ve soykırım olmasaydı sayıları 20 milyonu bulacaktı.