İki hafta boyunca erkenden uyanmayacağım. Kahvaltı ve okul servisi telaşı olmadan sakince bir çay içebileceğim. Hatta akşamları rahatça birkaç kitap sayfası çevirir çocukları da kendi hallerine bırakırım.
Gündüzleri belki sergi, müze gezebilir ya da bir iki çocuk oyununa gidebiliriz beraber. Yaşasın 15 tatil geliyor!
Bunca hayali kurmuşken gözümden kaçan ufak bir ayrıntı olduğunu, tatilin bir haftası göz açıp kapayana kadar geçince idrak ediyorum: Ödevler!
Sömestr kelimesi oldum olası bu tatilin adını sevimsiz kılar, ara tatile “15 tatil” demek, şapkadan çıkan 15 tavşan görecekmişim gibi bir heyecan yaratırdı kalbimde…
Ama artık yaratmıyor. Çünkü çağımız ebeveynliğinin sürekli doğru ile yanlış, ak ile kara sınırlarında çizilen ince çizgisinde, her an aşağı düşecek bir cambaz gibi dolaşmaya başlayalı hayli zaman oldu. Yapabildiklerim ve yapamadıklarım, pandeminin hayatımızda değiştirdiği eğitim biçimleri, çocukların çektiği sıkıntıların verdiği yürek ağırlığıyla bir o tarafa bir bu tarafa bakıp duruyorum…
Eğitim sistemindeki uygulamalar çocukları, okulda yoğun bir müfredata evde ise ödev yüküne mahkum ediyor. Bu ruh hali, kahve fincanının dibinde birikip atılamayan telve kıvamında bir yürek ağırlığı yaratıyor içimde.
“Senin yüreğin kabarmış” diyor bana karşımdaki. Kim mi o? Fala bakan da kahveyi içen de benim … Evet, yüreğim kabarık.
Ödev nedir? “Yapılması gereken görev, vazife” diyebiliriz kolaylıkla… Peki çocukların en temel hakkı olan eğitimi alırken, onun müfredatındaki uygulamalarını ağır bir ödev yüküyle eve taşımalarının amacı ne olabilir?
Görev ve sorumluluk bilincini geliştirmek mi? Öğretmenin okulda öğretmeye fırsat bulamadıklarını evde anne ya da babaya yükleyen bir sorumluluk mu?
Çocukların işin içinden çıkamayıp kendilerini daha da yetersiz hissetmelerine sebep olan, ebeveynlerle ilişkilerinin sınandığı bir araç mı?
Bütün bu süreçte birbirine bağımlı hale gelen öğretmen, öğrenci ve veli ilişkisinde sayfalarca ödevin kime verildiğini, verilen ödevlerin sonuçlarının nasıl geri döndüğünü düşünmeye başlayınca iş git gide karmaşıklaşıyor.
Günümüz eğitim sisteminde farklı yaş gruplarından ve farklı sınıflardan öğrenciler günün yaklaşık 6 ile 8 saatini okulda geçiriyor. Hafta içi her gün bu kadar süre okulda kalan bir çocuğun uyuduğu, yemek yediği ve ödev yaptığı zamanların dışında ailesine, akranlarına, oyun oynamaya ya da boş boş dolaşmaya ayıracak çok az vakti kalıyor.
Neden çocukların akademik-sosyal-bedensel gelişim ile ilgili okul eğitimiyle kazanması gereken beceriler okul süresinin bu kadar dışına taşıyor?
Şüphesiz ki bu sayfalara sığmayacak kadar uzun yazıların, alanında uzman eğitimciler, sosyolog ve psikologların da kolayca işin içinden çıkamayacağı kadar uzun bir konu.
Bu nedenledir ki üzerinden atlayıp geçmemek gerek. Haberleri yazılıp söyleşileri yapılabilir. Başka memleketlerden -çokça yapıldığı gibi- özene bezene anlatılan sistemlere özenilip “Bizde neden böyle değil?” diye sorular sorulabilir.
Ben yine de kahvesini rahatlıkla içemeyen, telvesi fincanın dibinde birikip kalmış bir gazeteci anne olarak şunları itiraf edebilirim:
“Kapatın defterleri artık ödev yapmıyoruz!” diye çığlık atasım var. Birlikte yollarda gezip “boşverin okulu” diye gülümsemek istiyorum hem de bütün çocuklara... Benim içimden bunlar geçiyorsa hayatının baharındaki çocuklarımızın pır pır atan yürekleri, keşfetme isteğiyle dolu zihinlerinden kim bilir neler geçiyordur?
Sürekli yöntem ve soru içeriklerinin değiştirildiği eğitim sisteminde ödev konusuna odaklanmanın zamanı çoktan geldi geçiyor. Bireylerin yalnızlaştığı, çocukların ekran, okul, ödev, sınav ve sorularla boğuştuğu bu zamanda komşuyla, akranla, aileyle, en yakınındaki kişiyle hayatı öğrenebilmesinin, okulda öğrendiklerinin tadını çıkarabilmesinin yollarını açmak mümkün olamaz mı?
Eğitimde fırsat eşitsizliğinin git gide daha çok hissedildiği, ekonomik sıkıntıların derin uçurumlarla yaşandığı; çocukların ve gençlerin ödev, sınav, soru, rekabet kavramlarıyla yıllarının geçtiği ve adaletsiz sonuçlarla karşılaştıkları zor bir dönemin içindeyiz.
Yaşadığımız çağda en büyük yük belki de hiç olmadığı kadar çocukların ve gençlerin omuzlarında. Kendi kirlettiğimiz dünyayı kurtarmanın yükünü onlara bırakıyor, umutla getirdiğimiz bu dünyada kendilerini kötülüklerden korumaları gerektiğini, aslında dünyanın tehlikelerle dolu bir yer olduğunu henüz küçükken anlatmaya çalışıyoruz.
Birkaç damla fazla su tüketmekten, başlarına bir şey gelebilir diye yabancılara selam vermekten, sağlıklarına zarar gelir diye doya doya dışarda bir şey yemekten çekinir oldular.
Çoğunlukla denetlenen, kontrol edilen, kontrol edilemezse savrulup gidilen bir hayatta okul ödevleri devede kulak mı acaba? Sadece okulun değil hayatın pek çok ödevini veriyoruz onlara…
Kendimiz de vicdan yüküyle boğuşarak… İçimize bir Nazım Hikmet umudu serpmeden geçmeyelim yine de…
Tıpkı şiirdeki gibi bir düşün gerçek olmasını dileyelim…
Yükü onlara vermeden, omuzlarımızın üzerinde, kollarımızı boyunlarına sevgiyle dolayabildiğimiz yarınlar düşleyerek:
Çocıuklarımıza nasihat
Hakkındır yaramazlık.
Dik duvarlara tırman
yüksek ağaçlara çık.
Usta bir kaplan
gibi kullansın elin
yerde yıldırım gibi giden bisikletini..
Ve din dersleri hocasının resmini yapan
kurşunkaleminle yık
Mızraklı İlmihalin
yeşil sarıklı iskeletini..
Sen kendi cennetini
kara toprağın üstünde kur.
Coğrafya kitabıyla sustur,
seni «Hilkati Âdem»le aldatanı..
Sen sade toprağı tanı
toprağa inan.
Ayırdetme öz anandan
toprak ananı.
Toprağı sev
anan kadar...
(AKA/APK)