eskiden devlet memuru olan herkese öncelikle, “devletin bir elemanı” olarak yetkileri, sorumlulukları ve hakları öğretilirdi. görevleri ise bunların ardından anlatılır, yapması gerekenler ondan sonra istenirdi.
şimdi devir değişti. artık devlet memurluğu diye bir şey yok. en üst düzeylerde, karar alma noktalarında bulunanlar bile “devletin memuru” değil; ya “özel sözleşmeli eleman” olarak, kendisini bağlayan sözleşme çerçevesinde çalışıyor, ya da bir “taşeron’a bağlı” olarak ona sorumlu oluyor.
diğer yandan devletin üzerinde durduğu “yasal alt yapı” herkesi bağlardı. şimdi bu da söz konusu değil. devletin yürürlükte olan yasaları bazıları için geçerli bazıları için değil.
bunun pek çok örneğini her gün yaşıyoruz. öte yandan yasaların da üzerinde olan uluslar arası sözleşmeler kağıt üzerinde devleti bağlıyor görünüyor ama, devletin elemanları bu bağımlılıktan kendilerini muaf sayıyorlar.
hukukun üstünlüğü mü? nerede?
yasaların ötesinde “hukukun üstünlüğü” olgusuna hiç girmiyorum; çünkü ortada ne ulusal düzlemde, ne de daha üst düzlemde ve insan hakları temelinde şekillenmiş bir “geçerli hukuk”tan söz etmek olanaksız; daha doğrusu bu bağlamda kabul edilenler yalnızca kağıt üzerinde kalmış durumda.
bunun iki temel nedeni var:
birincisi “yukarı”dakilerin tavrı; “çoğunluğun oyunu alarak bir yerde olmanın” hukuksuzluğu mübâh kıldığı sanılıyor ve buna göre davranılıyor. diktatörlüklere giden yolun tam da buradan geçtiği unutulmamalıdır.
ama çok daha vahim olan bir başka tavır ise aşağıdakilerin tavrı: toplumun önemli bir bölümü neredeyse iktidarca yapılmış her türlü hukuksuzluğu destekliyor ve hukukun üstünlüğünü göz ardı ediyor.
iktidarın yaptıklarına “muhalif olan” bir bölümü ise bunların ve yapılanların asla değişmeyeceği düşüncesiyle, “sessiz” kalmayı yeğliyorlar; böylelikle aslında “kerhen” de olsa yapılanlara onay vermiş olduklarını ise fark etmiyorlar. muktedirleri iktidarda tutanın bu sessizlik olduğu da yine hep akılda tutulmalıdır.
yalnızca çok küçük bir kesim var gerçek anlamda itiraz eden; onlar da çoğu zaman itirazlarını dillendirmek ve topluma duyurmakla yetiniyorlar. itiraz ettikleri durumun değişmesi için nadiren bir girişimde bulunuyorlar.
girişimde bulunulduğunda da, genellikle bu bağlamdaki sorunlarla uğraşan yapı ve mekanizmalar ise olabildiğince, yavaş, ağır çalışınca ve bozuk olunca, durum bir “kader” haline geliyor ve sonuç da asla değişmiyor.
ama her şeye karşın yılmamak ve mücadele etmek gerek; çünkü “demokrasi ve hukukun üstünlüğü mücadelesi” böyle bir şey ve “hukuk” da “adalet” de toplumu bir arada tutan yegane “çimento” ve hepimize her zaman lazım.
doğar doğmaz fişlenme
tüm bunları geçen hafta ortaya çıkan ve birkaç küçük haber dışında yine gündeme getirilmeyen “yeni doğanların fişlenmesi” (1) uygulaması nedeniyle yazdım. tabip odası bu durum ortaya çıkınca bir basın açıklaması (2)yaptı ve bizleri haberdar etti:
fişlenme ve dolayısıyla kişisel mahremiyetin ihlâli artık bu hukuksuzluğun sıradan bir uygulama alanı durumunda. daha gebelik testi yaptırırken başlayan bu ihlâl, yaşamın her evresinde hem de bu konuda “yemin etmiş” olan, hukuk ve yasalar dışında etik ve mesleki kuralları da kendilerini bağlayan sağlıkçıların eliyle sürdürülüyor.
oysa herkes hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan ve mahremiyeti korunarak sağlık hizmetinden her noktada yararlanmalıdır ve bu temel insan haklarından birisidir.
ayrıntısını söz konusu basın açıklamasında çok güzel ve doğru bir şekilde anlatılmış. hem yasal, hem uluslar arası kural ve sözleşmeler, hem de mesleki etik ilke ve kuralları çerçevesinde sorun net olarak ortaya konulmuş:
sağlık hizmeti sunumu için hiçbir biçimde gereği ve anlamı olmayan, kişinin, çocuğun, hizmetten yararlananların “baba tc kimlik numarası”, “çocuğun evlilik içi ya da dışı olup olmadığı” ve “din ve inancı”nın sorgulanmasının ayrımcılık yapmadan sağlık hizmeti vermeye yemin etmiş sağlıkçıları; hem de mahremiyet ilkesine aykırı olarak hizmet sunduklarının özel hayatlarını ve dini inançlarını sorgulamak zorunda bırakmasının uygulama ve sonuçları bakımından yanlışlığı vurgulanıyor.
toplum bilmeli ve çalışanlar itiraz etmeli
bunların topluma duyurulması ve uygulamanın iptali için girişimde bulunmak çok önemli, ama bence yeterli değil.
bunlarla birlikte uygulamanın başladığı iki aydan bu yana, bu formların kimler tarafından kimlere uygulandığı ve sonuçlarının ne olduğu konusunda da yasal süreçler başlatılmalı, bu kanunsuz emirleri verenleri doğrudan yaptırıma uğratacak şekilde bir çalışmada da bulunulmalı.
eğer bunları yapanlar hekimlerse onlara yönelik olarak da mesleki soruşturmalar açılmalı, tıp etiği ve insan haklarının temel kurallarını uygulamada özen gösterecek şekilde yeniden öğrenmeleri sağlanmalıdır.
ayrıca halka yönelik olarak bilgilendirici faaliyetler de yapılmalı ve kendi mahremiyetlerini ortadan kaldıran uygulamalara her durumda, kimden gelirse gelsin itiraz etmeleri ve bu bilgileri vermemeleri de sağlanmalıdır.
benzer biçimde bu işleri uygulamada yapan hekimlerin ve sağlık personelinin bu alana yönelik ve özellikle de “hak temelli sağlık hizmeti” konusunda genel eğitimleri yoksa yapılmalı, bunları biliyor ama uygulamıyorlarsa yeniden anlatılmalı, çalışmaları bu yönden de özellikle ve özenle izlenmelidir.
sağlıkçıların kendi amirleri tarafından önlerine konulan, hastalarıyla ve hizmetle ilgili her formu doldurmamaları, dayatılan her emri sorgulamadan ve yasaya ve hukuka uygunluğunu irdelemeden uygulamamaları, uyguladıklarında bunların getireceği sorumluluklar ve yükümlülükler anlatılmalıdır.
tüm bunlarla sonuç alınmadığında “yasal bir hakkı” kullanarak bunun karşılığı olan bir ödevi yerine getirmeli, sağlık çalışanları kamunun yararı için “kanuni olmayan emre karşı itaatsizliğe” çağrılmalı, böyle formların doldurulmaması, bu bilgilerin toplanmaması ve gönderilmemesi sağlanmalıdır.
basın da tüm bunları açıkça duyurmalı, göstermeli ve toplumun bu konularda bilinçlenmesi için elinden geleni her zaman yapmalıdır.
çünkü gerçekten de bu yapılanlar yalnız insan haklarına aykırı ve hukuksuz değil aynı zamanda da “koruyucu sağlık hizmetlerine vurulan bir darbedir.” (ms/hk)
11 nisan 2013