Sonunda NATO’nun tarihi Madrid toplantısı da geldi geçti. Biden memorandumun (Cumhurbaşkanı Erdoğan ne hikmetse bunu muhtıra deyip duruyor) imzalanmasından sonra yaptığı konuşmada bu anlaşmanın mana ve ehemmiyetini anlatırken İsveç’i İsviçre olarak adlandırdı.
Bu Biden’ın ilk gafı değil. İsveç’i ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesi. İsveç onun için filosonu göndereceği, üs kuracağı, silah yığacağı ve böylece savaş sanayiini pompalayıcı bir araçtan başka bir şey değil (Burada NATO’nun nükleer silahlarla donatılmış, her yıl 30 üye ülkede toplam yüz milyarlarca dolar para yatırılan dünyanın en büyük savaş makinası olduğunu bir kez daha vurgulayalım).
Aslında kendi çıkarlarını gözeten yalnızca Biden değil, memoranduma imza atan Türkiye’nin de İsveç’in de iç politikaya oynadığı açıkça görülüyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın siyaset tarzının bu olduğunu, yapacağı hamleleri adım adım hepimiz ezbere biliyoruz. İsveç’in NATO üyeliği onun umurunda değil. O içeride ne kazanacağının hesabını yapıyor.
Ancak İsveç hükümetinin Türkiye’ye bu denli kapsamlı ve net taviz vereceğini kimse beklemiyordu. Rusya Ukrayna’ya saldırınca İsveç’teki tutucu Moderat Parti (kimileri ”ılımlı” diyor. Halbuki sermayenin has ve hırçın partisi bu) NATO'ya üyelik için hemen yoğun bir kampanya başlattı. Partinin genel başkanı Ulf Kristersson önümüzdeki eylül ayında yapılacak seçimleri kazanmaları halinde yapacağı ilk işin NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmak olacağını söyleyip durdu.
İktidardaki Sosyal Demokrat Parti, Ukrayna savaşına kadar İsveç’in iki yüz yıldır sürdürdüğü tarafsızlık politikasının bayraktarlığını yapıyordu. Parti yönetimi önce hele bir durun bakalım, dedikten sonra fazla beklemeden, yıldırım hızıyla üst düzey toplantılar yaparak, parti tabanını görüşünü almaya gerek görmeden, yangından mal kaçırır gibi NATO’ya başvuru kararını aldı.
Sağ partiler zaten NATO üyeliği için dünden hazırdı. Toplumda yapay bir Rusya tehditi, ülkenin güvenlik ihtiyacı ve savaş korkusu yaratıldı.
Kadın başbakan Magdalena Andersson ve feminst dış politika yaptığı için Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun gıcık kaptığı dışişleri bakanı Ann Linde hemen Washington’ın yolunu tutup Biden’den üyelik için garanti aldılar.
İsveç halkının NATO üyeliğine evet, demesi için sağ basın da hükümeti destekleyici korku senaryoları yayınladı. Expressen gazetesinde Magnus Falkehed adlı gazeteci İsveç’in ruhunu Erdoğan’a satmadığını şöyle açıkladı:
”Donbass’tan ülkesine yeni dönmüş ve böyle bir savaşın gerçekten ne ifade ettiğine yakından tanık olmuş birisi için bizim başbakanımızın diz çöküp Erdoğan’ın ayakkabılarını diş fırçasıyla boyaması, Skåne”nin (İsveç’in güney ucu) Donbass olmasını engellemek için ehvendir.”
İsveç’te iki buçuk ay sonra yapılacak seçimler kıran kırana geçecek. Bunun için NATO üyeliği en önemli tartışma konularından biri olacak. Sosyal demokratlar İsveç’in NATO’ya girişini sağlayan parti sıfatını taşıyarak seçime büyük bir avantajla girmeyi hedefliyorlar.
İsveç’in Türkiye’nin hemen bütün şartlarını kabul etmesinin ardında işte bu endişe yatıyor. Buna reel politika, etik olmayan, ahlaki zaaf taşıyan politika da denebilir, popülizm de denebilir.
Elbette, Sol Parti ve Çevreci Parti ve Sosyal Demokratların kendi içinden bazı ağır toplardan bu politikaya karşı eleştiriler gelmişti ve memorandumdan sonra da gelmeye devam ediyor. Eleştirilerin başında NATO üyeliği adına ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokrasi gibi temel evrensel değerlerin kurban edildiği geliyor.
Tayin edici tek oyuyla Magdalena Andersson’un başbakan olmasını ve ayrıca onun hükümetinin bütçesinin parlamentodan geçmesini sağlayan Kürt asıllı bağımsız sol milletvekili Amina Kakabahev’le yaptıkları yazılı anlaşmaya uymayan ve böylece sözüne sadık kalmayan Sosyal Demokrat parti yönetimi ağır eleştiriler alıyor.
NATO genel sekreteri olan eski Norveç başbakanı Jens Stoltenberg, İsveç Sosyal Demokrat hükümetine destek olmak üzere Türkiye’ye ödün verilmesini sağlamak için haftalardır televizyona çıkıp, Türkiye’nin meşru güvenlik endişeleri olduğunu ve bu nedenle en önemli NATO üyelerinden biri olan bu ülkeye anlayış göstermek gerektiğini söyleyerek İsveç’teki kamuoyunu yönlendirmeye çalıştı.
Oysa Suriye Kürdistanı’ndan Türkiye’ye son beş altı yıldır güvenlik endişesi duyuracak hiçbir saldırı olmadığını herkes biliyor. Tersine, bölgede saldırgan olan taraf Türkiye’dir. Bu gerçeklik İsveç kamuoyundan hâlâ gizleniyor.
Ne ki, anlaşma imzalandı ve çarşamba günü İsveç ve Finlandiya’ya NATO tarafından resmen aday statüsü tanındı.
Olof Palme’nin en yakın arkadaşlarından olan ve dış yardım bakanılığı ve dış işleri müsteşarlığı yapan Pierre Schori, partinin şimdiki yönetimine ateş püskürüyor. Türkiye ile yapılan bu anlaşmayı utanç verici olarak niteliyor.
Sosyal Demokrat partinin artık özellikle Afrika’daki 1960-70’li yıllarda batılı sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşı veren halkları destekleyen ve bu anlamda dünyanın temiz vicdanı olarak tarihe geçen Palme’nin partisi olmadığını söylüyor. Onbinlerce kayıp vererek IŞİD'’e karşı savaşan Kürtlerle dayanışmanın vazgeçilemez bir görev olduğunu vurguluyor.
Açıkçası, bu sahte ”güvenlik” gerekçesiyle Türkiye’nin eline Suriye Kürtlerine saldırma kozu verildi. Türkiye’nin Suriye’de yapacağı askeri bir operasyonun sonucunda Kürt kuvvetleri onbinlerce IŞİD'liyi artık bakmayarak Türkiye’ye salabilir. Erdoğan, iktidar kaygısıyla bunu umursamayabilir ama işin kötüsü, böyle bir harekatın doğuracağı bu ciddi sorunu ne NATO ülkelerinin ne de bizdeki muhalefetin gördüğünü söyleyebiliriz.
İsveç basınında Türkiye’ye (Erdoğan'a) güvenilemeyeceği, bu memorandumla NATO üyeliğinin garantilenmediği yazılıp çiziliyor. Üyeliğin Türkiye parlamentosu tarafından da onanması gerekiyor. İş o safhaya geldiğinde Erdoğan'ın şapkadan daha bir sürü tavşan çıkarabileceğinden söz edilip dikkatli olunması gerektiği vurgulanıyor.
Aftonbladet gazetesinde Gazeteci Wolfgang Hansson dünkü yazısında şöyle söylüyor: ”Erdoğan’ın önünde eğilmek hiç de hoş değildi. Çok küçültücüydü. Umalım bu İsveç’in ödediği geçici bir fiyat olsun.Yürü, anca gidersin!"
Nitekim anlaşmanını hemen ertesi günü Erdoğan İsveç ve Finlandiya’dan teslimini istediği ”terörist” sayısının 33 değil de 73 olduğunu söyleyiverdi. ”Takip edeceğiz. Hele vermesinler!” tehditini savurdu. Bu da İsveçlilerde Erdoğan’a hiçbir zaman güvenilmemesi gerektiği kanısını pekiştirdi.
Öte yandan İsveç başbakanı Andersson, bırakalım 73 kişiyi, 33 kişilik listenin dahi resmi olarak İsveç hükümetine henüz iletilmediğini söylüyor. Türk tarafına her hangi bir sayıda ”terörist” iadesi sözü verilmediğini de vurguluyor.
Üç sayfalık memorandumda ”İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’nin talebi olan terörist olduğundan kuşkulanılan kişilerin teslimi konusunun dikkate alınacağı” yazıyor. Yani Türkiye’ye rakam olarak verilmiş bir söz yok aslında.
Başbakan Magdalen Andersson son günlerde birçok kez Türkiye ile İsveç’in terörist kavramını çok farklı anladığını sürekli vurgulayarak, İsveç vatandaşı olanların kesinlikle teslim edilmeyeceğini, bu konda Kürtlerin ve Gülen cemaati üyelerinin içlerinin rahat olmasını söylüyor.
İsveç’te hükümete muhalif olan herkes ”terörist” damgasını almıyor, bu konuda İsveç’in kendi yasaları ve uluslararası yasaların terörist tanımının esas olduğunu bildiriyor başbakan. Ayrıca bu konuda karar verecek organın hükümet değil, adli kurumlar olduğunun altını çiziyor.
İsveç’in Türkiye’ye vereceği en büyük ödünün PYD konusunda olduğu görülüyor. İsveç bugüne kadar PYD’ye askeri yardımda bulunmadığını, buna karşılık onlara insani yardım yaptığını ileri sürüyor. Bundan böyle de Suriye’deki Kürt örgütleriyle olan ilişkisini MİT ile işbirliğini daha geliştirerek gözden geçireceğini taahhüt ediyor.
Bize kalırsa bu oyunu Erdoğan değil, yine Biden sonlandıracaktır. Türkiye parlamentosu İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini onaylayana kadar F-16’ları Türkiye’ye vermeyecektir. Son tavşan Biden’ın şapkasının altında! (TK/APK)