Ülkemizin afet gündemine yetişebilmek ve sıcağı sıcağına bir şeyler yazmak benim gibi ara sıra yazanlar için artık iyice zorlaştı. Tam yazmaya koyuluyorsun, arkasından daha büyüğü oluyor ve diğeri gündemden düşüyor. Hepsini yazmaya kalksan, o kadar kopya afetler ki tekrara düşüyorsun. Yıllardır söylediklerimize yeni şeyler ilave etmek gerekiyor ki bu da o kadar kolay değil. Çünkü nedenler hemen hemen aynı; bilime ve tekniğe aykırı uygulamalar; uzmanların uyarılarına kulak tıkayan iktidarlar; halkını ve ülkenin geleceğini düşünen değil, bir avuç vurguncuyu zengin etmeye çalışan yöneticiler. Liste aynı minvalde uzayıp gider…
18 Temmuz ve 27 Temmuzda üst üste yaşanan İstanbul afetlerinin doğal afet olmadığı artık herkesin malumu. Sadece şehri yönetenler aksini savunuyor. 2009 yılında 31 cana mal olan sel henüz hafızalardan silinmedi. Halkalı’da yedi kadın işçi servis aracında sel sularında, İkitelli TIR garajında araçlarında uyuyan on şoför, araçları içinde boğularak yaşamını yitirdi. İstanbul’un birçok bölgesinde sel sularına kapılan insanlar, şehrin merkezi yerlerinde hayattan koptular. Kaybolan insanlar oldu.
Dereleri betonlaşmayla kurutulan, ormanları yapılaşma ve yollarla yok edilen İstanbul, artık insanların yağmuru korku ve endişeyle beklediği, her şiddetli yağmur uyarısında sokağa çıkmaktan korktuğu bir metropole dönüştü. Afet sonrası görüntüler korku filmlerine rahmet okutacak cinsten. Neredeyse, beklenen büyük İstanbul depremi bile vaka-i adiyeden kabul edilecek! Ama gelin görün ki; hiçbir yönetici, hiçbir yetkili, bu konularda en ufak bir sorumluluk belirtisi içerecek tavır göstermiyor, aksine olayları doğalmış gibi gösterebilmek için savunmaya geçiyor. Kimi başka ülkelerde de afet olmasına sığınıyor, kimi yüz yıldır, kimi bin yıldır böyle yağmur yağmadığından dem vurup, olmayan kayıtlara gönderme yapmaya, nasılsa kayıt tutulmamış olmasının rahatlığına sığınmaya çalışırken, doğa bir hafta sonra bu saçmalıkları yüzlerine çarpıyor; al sana dokuz günde iki afet!
İstanbul’un betonlaşmasının aynı zamanda yok olmasına giden bir süreci başlattığını, bunun sadece görsellikle ilişkili bir durum olmayıp, halkın güven içerisinde yaşayabileceği ortamları da geri dönüşsüz bir biçimde yok ettiğini yıllardır söylüyoruz.
Eskiden uzun periyotlarda yaşanan afetlerin artık sıklıkla yaşanmaya başlanmasının nedenleri sır değil. Yıllardır meslek ortamlarımızda yazdığımız raporlar bir yana, bianet’te 2-3 yıl içerisinde ülkenin çeşitli yerlerinde yaşanan sellere ilişkin çok sayıda yazı yazdım. Hepsini oluşturan etkenler ve afete dönüştüren kafa yapısı aynı. Ders çıkarmayı, önlem almayı, sorumluluk duymayı değil; günü kurtarmayı ve talanı sürdürmeyi düşünen çağdışı zihniyet!..
Çarpık kentleşme ve yüksek yapılaşma sonucu oluşan nüfus yoğunluğunun da etkisiyle hasarın ve ekonomik kayıpların boyutları her olayda biraz daha büyüyor. Oluşan her afet bir öncekinden daha korkutucu ve zarar verici. Klimatolojik verileri ve gelişmeleri yeterince dikkate almayan, dünyada bu konularda geleceğe yönelik yapılan tahminlerden bihaber, sadece popülist yaklaşımlarla büyük üst yapılara öncelik veren bilim dışı bu yönelimler insanlarımızın güvenliğini sağlamaktan ve güvenli bir geleceğe hazırlamaktan oldukça uzak. Başka alanlarda alınmayan önlemler, metro, tünel gibi büyük yapılarda şimdiden insanların güvenliğini tehlikeye atmaya başladı bile. Bu çarpık kentleşmenin sonuçlarının ileride bu yapılarda nelere yol açabileceğini düşünmek bile ürkütücü. Bu işin şakası yok! Bir an önce bilimin yol gösterici ilkelerine dönmek gerekiyor.
Bu bağlamda, “Kanal İstanbul” gibi doğanın milyonlarca yıllık evrimine aykırı projelerden vazgeçmek gerekiyor. Doğanın dengesine bu ölçüde büyük müdahalelerin, ileride nelere yol açabileceğinin çoğunun şimdiden bilinmesine karşın, hepsini kestirmek olanaksız. Planlanan başka büyük üst yapıların, bilimsel veriler gözden geçirilerek yeniden düşünülmesi, aceleye getirilmemesi, bir deprem ülkesi olduğumuz gerçeğinin bütün planlamalarda göz önünde bulundurulması kesin zorunluluk içeriyor.
Bu arada kısa bir süreliğine gittiğim Bodrum’da ilk gece önemli bir depreme tanıklık ettim. Son yirmi yılda oluşan büyük depremlerin yıkımlarını ertesi günü gözlemlememe rağmen, bir jeolog olarak deprem gerçeğini bu büyüklükte ilk defa yaşadım. En yakın bölge olan Gümbet’te olmam nedeniyle, kıyıda yaşanan hasarı gözlemleme şansım oldu. Fayın kırılma mekanizmasının özelliği nedeniyle, koca tekneleri üst üste bindiren, onlarcasını iskeleleriyle, tonozlarıyla alıp açıklara sürükleyen, kıyıdaki otellerin giriş katlarını suyla dolduran, bir deniz hareketliliği yaşandı. Fayın düşen bloğu nedeniyle önce deniz çekildi, sonra yüksek bir enerjiyle kıyılara ilerledi. Deprem yine de çok ucuz atlatıldı. Daha doğrusu Gökova Fayı’nın üretebileceği maksimum büyüklüğe erişmediği için, Bodrum’un sağlam zemininin ve az katlı yapılaşmasının da etkisiyle yıkıcı bir etki oluşturmadı. Ama deprem ülkesi olduğumuz gerçeğini bir kez daha anımsattı. Kıyılardaki yapılaşmaların ne denli sakıncalı olduğunu, ama buna rağmen Bodrum’un denize uzanan tepelerinde, koylarında yapılaşmanın hızla sürdüğünü de belirtmeden geçmeyeyim. Bu bağlamda seksenli yıllarda, Gökova Körfezi deprem bölgesidir, bu nedenle Gökova’ya santral kurulmamalı dediği için MTA’daki işine son verilen ve artık aramızda olmayan deprem uzmanı arkadaşımız Prof. Dr. Aykut Barka’yı da saygıyla anıyorum.
Yine yeri gelmişken, deniz dolgusu üzerine yapılan otoyol, havaalanı, stadyum, şehir hastanesi, AVM gibi büyük üst yapıların ileride yaratabileceği güvenlik sorunlarına da dikkat çekmek ve bundan sonrası için yeniden düşünmek gerektiğine de bir not düşelim.
Bu arada ormanlara da bir parantez açmak gerekiyor. Yağmurların büyük küçük bütün yerleşimlerde afete dönüşmesine, sellerin kentleri teslim almasına neden olan en önemli etken, azalan toprak ve orman varlığı. Bu artık, son yıllarda yaşadığımız bütün afetlerde çok açık bir biçimde görüldü. “Bir musibet bin nasihatten iyidir” demeye de dilim varmıyor ama desem de anlayan yok! Bin musibet bile fayda etmeyecek gibi yeşile düşman, gözünü para bürümüş rantiyecilere!..
Yaşananlardan ders çıkarmak ve geleceği buna göre planlamak sadece gelişmiş toplumların özelliği değildir. Üstelik gelişmişliğin doğa ile ilişkisi, sömürü bağlamında, ilkel toplumlara göre çok daha sorunludur. İnsanlık tarihinin her döneminde, yaşanan her olaydan bazı dersler çıkarıldı ve buna göre önlemler alınmaya çalışıldı. Çıkarılan dersin oranı ölçüsünde sonuç alındı. Bazılarında başarılı olundu, bazılarında ise büyük acılar tekrar tekrar yaşandı. Ama insanlık, uzun serüveninde deneyimlerini biriktirdikçe doğayla savaşmanın değil, onunla uyumlu yaşamanın kesin çözüm olduğunu kavramaya başladı. Marx, o günün koşullarında: “İnsan bedeninin kendisi olmayan doğa, insanın organik olmayan bedenidir” demişti. Haddimiz olmayarak, belki yadsımanın yadsınması olacak ama gelinen noktada insanlığın, insan bedeninin doğanın organik bir parçası olduğunu içselleştirmeden neslini devam ettirebilmesi olanaksızdır... (Şİ/HK)
* Fotoğraf: Cem Özdel - İstanbul/AA