* Fotoğraf: Meruyert Gonullu / Pexels
Malum, boynunu eğen büken eşeğe palan (semer) vuran çoğ olurmuş derler. Eee demiş olmakla haksız da sayılmazlar hani! Bu “sömürge aydını” olmaklığın tipik halidir aslında.
Şimdi düşünülür belki de, şu “sömürge” kavramı ile “aydın olmak” mevzuu nasıl da iki kelime olarak bir arada durunca sırıtıp tuhaf kaçıyor değil mi?
Aynen öyle! Sömürge, bir kavram olarak iki anlamı bağrında taşıyor. Biri tabii olmak! Sömürgenin tabiisi olunca mesele kolaylaşıyor. Efendinin kölesi, yandaşı, payandası, emir eri, kulu-kölesi. Sömürgeci muktedirliği sürdükçe, hayat, tabii olana kolaylaşıyor.
Bir de sömürgeciye karşı(t) olmak var. İşte o zaman durum değişiyor. Karşı olanın dünyası değişiyor. Değişmek olumsuz anlamda, şaşıyor adeta! Eza, cefa, sürgünlük, mahpusluk, haklardan mahrumiyet ve dahi ölüm.
Aydın olmak mevzuuna gelince, yani “sömürge aydını” ez cümle. Kavramın burasında aslında aydın’lık da pek kalmıyor geriye. Çünkü aydın olanın muhalif kimliği yerine uşak ruhlu olanı muteber olunca sömürge aydını dediğiniz kişilik artık sıradan ve sürüdenleşiyor.
Bunlar bütün bir sömürgeler tarihi sürecini izleyenler, okuyanlar açısından bilinmeyenler değil elbette...Aslında bir Fanon ya da Biko okuması ihtiyacı karşılar...
Ben bugün burada belki biraz daha “masumane” ama tehlikeli bir yerde duran hegemonik bir muktedir ve sömürgeci aydın dilinden hatta ukalaca tavsiyesinden söz edeceğim. Biraz da bu tavra karşı duruştan!
Düşünün gelmiş biri sizin kültürel nirengi noktanız kadim şehrinize ve kültür mekanlarınızdan birinde konuşacak! O kadar kendinden emin, vakur ve dahi muktedir bir eda içinde ki; “yaşlıları ajandanızdan çıkarın, onlardan uzak durun ki İstanbul size daha ilgili ve sempatik baksın...”
Şimdi “yaşlıları ajandadan çıkarın” sözünü bıraktım bir kenara, o ayrıca tartışılır. Asıl mesele “İstanbul ilgisi...”nde!
Çok haklı! Çünkü İstanbul egemen / muktedir kültürün kâbesi. Kültürden sorumlu Baronlar- Baronesler orada konumlanıyor. Onlar sizi ‘kendilerinin uzaktaki uzantısı’ olarak ne kadar çok görürse, alkışlarsa; hayat sizin için o kadar çok kolaylaşacak...
Bunun için de tren vagonunda ya da kamyon kasasında gelmeyi bile hak etmeyenleri, uçakla davet edeceksiniz! Yetmez bir de şehrinizde itibar gösterip konumlandırarak parlatacaksınız! Bunları yapacaksınız ki muktedir kültür sizi alkışlayıp daha çok görecek, size dair kapıları aralık, açık tutacak.
Şaşırdık mı? Değil vallahi. Bu tavrı biliyoruz. Hep yaşadık yakın geçmişe kadar. Ama artık tarihin çöplüğünde atılı kaldı sanıyorduk. Çünkü ez cümle eşitler arasındaki ilişkilenmeyi ilke saymış, ona göre davranmayı içselleştirmiştik.
Meğerse değilmiş, bitmemiş. O denli bitmemiş ki coğrafyanıza gelip yüzünüze karşı ve üstelik doğruluğuna da yürekten inanarak söyleme, konuşma hatta tavsiye etme cüretkârlığında bulunma hakkını kendilerinde görebiliyorlar...
Sonuç da bu bilinçaltına nüfuz eden bir dil kusmuğu! Maalesef bütün bilinçaltı yarılmalarında vuku bulduğu gibi kolay kolay silinip gitmiyor. Hafızadan silinip gitmesi için özel olarak gayret göstermedikçe o hep orda ve zamanını bekliyor...
Oysa artık bilmeliler, onların karşısında sömürge aydını / aydınları yok, o tercih geçmişte kaldı. Söyleşmeye geldikleri şehirde bu cüretkâr sözlerine karşı, hak edilen karşı cevap verilmemişse, onu efendiliğe saymalı bu “güzel beyler, hanımlar”.
Söz, meclisten dışarı aslında ‘İstanbul Bir Hiç’tir’ mealen yani... (ŞD/AS)