Babam, üniversite sınavına iki üç hafta kala beni kenara çekmiş, bir moral konuşması yapmıştı. “Yaparsın, edersin, eminiz”lerin yanısıra demişti ki: “Sen memleketin en iyi liselerinden birini bitirdin, bu zaten bir şeydir; hiç üniversiteye gitmesen de bir şeydir.” Sene 1980, 12 Eylül’e iki üç ay vardı, o zamanlar lise, hele iyi lise, hâlâ “bir şey”di.
Bugün “iyi lise” dedikleriniz, ancak üniversiteye giriş sınavında sağlayacağı avantajdan ötürü “iyi” sayılıyorlar. Bir “genel kültür” formasyonu kazandırması, yerli ve millîyle daralmamış bir dünya bilgisi sunması, “bilgi sevgisini” ve merakı okşaması beklenmiyor hatta istenmiyor liseden.
Şu “iyi” veya “seçkin” denen liselerin öğrencilerinin son günlerde yükselen sesleri, işte bu hale bir itiraz gibi geliyor. Başka türlü de okuyabilirsiniz, başka hassasiyetleri de barındırıyor tabii, ama işin ruhu, bu itirazdır. Genç insanın “formatlanmaya” itirazıdır. Eğitim ve bilginin “talim-terbiye” diye bir cendereye sokulmasına, tek tipliğe itirazıdır. İyice kıtlaşan zihin açıcı dost-öğretmenlerin yerini, marifeti “müdürlük” etmekte görenlerin almasına itirazıdır. Dünyaya ve hayata açılan genç heveslerinin, müfredat ve resmiyet ve tören ve etek boyu teftişiyle boğulmasına itirazıdır.
“Liseli”, malûm, zamane argosunda bir ergenlik, bir olgunlaşmamışlık sıfatıdır. Müsamaha gösterilmesi, pek de bulaşılmaması gereken bir hamlık… “Adam liseli, beyler.” Bu yaz bu liseliler, kimsede olmayan bir olgunluk, taptaze bir rüşd gösteriyorlar.
‘80’de çıktığım okul, -babamın “üniversiteye girmesen de bu zaten kendisi bir şeydir” dediği-, İstanbul Erkek Lisesi’ydi. İki sene önce, Kebikeç Dergisinin “Okul” konulu 37. Sayısına, İstanbul Erkek Lisesi’nin hatırımdaki yeriyle ilgili bir yazı yazmıştım. Biraz dalgacı, biraz “liseli”, epeyce romantik bir yazı. Şimdi ilk ses, ilk itiraz “bizim liseden” çıktığına göre, az romantizm mubahtır.
***
İstanbul Erkek Lisesi ve bizim sınıf
Geçen Kasım ayında, iki günlüğüne İstanbul’a gelmişim, Kadıköy-Eminönü vapurundayım. Karşımda liseli bir matmazel ve orta yaşlarından epey günler almış bir madam, sohbet ediyorlar. Matmazel-madam diyorum, zira genç kadın Fransız liselerinden birine başlamış, öbürü de Frankofil bir heves ve heyecanla, abla makamından ona teşvik ve nasihatlerde bulunuyor. Belli ki aile dostluğu gibi bir bağ var aralarında. Genç kadın “Aslında ben İstanbul Erkek’e de girebiliyordum puanımla, onu da düşündüm…” diyor bir ara, öteki hemen atılıyor: “Aman aman, orası Almanca. Almancanın hiçbir geçerliliği yok artık dünyada.” İstanbul Erkek Lisesi’nin, zamanında Almanya’ya işçi gönderdiğimiz için, onların çocukları için falan kurulduğunu söylüyor. Atlatılmış felâket ihtimalini tamamen yerin dibine gömmek üzere, zaten Almancanın kaba da bir lisan olduğunu anlatıyor, “kendileri de lisanları gibi zaten, kabalar” diyor. Aklıma Goethe, Nietzsche, Hegel, Kant, Marx, Musil, Kafka, Brecht, Böll falan geliyor, tövbe diyorum. Yüzümü tamamen pencereye çeviriyorum, Eminönü’ne yaklaşıyoruz, Sirkeci Postanesi’nin damlarının arkasında eski Düyun-u Umumiye binası dikiliyor, yani bizim mektep: İstanbul Erkek Lisesi.
1982’de düz İstanbul Lisesi adına döndü (1884’te İstanbul İdadisi adıyla kurulmuş), 1964’ten beri kızlar da var okulda ama hâlâ 1923-1982 arasında geçerli olan adıyla anılır: İstanbul Erkek Lisesi.
Şu matmazelle madama niye sinir oldum ben? Osmanlı’nın son devrindekine benzer bir Fransızcı-Almancı rekabetine mi teslim acaba şuuraltım? Ama olur mu, biz Alman Liselilere de gıcık oluruz. Onları fazla Alman buluruz. Bizden doğru düzgün Almanca öğrenmeden bile mezun olmak mümkündür. Biraz da züppe buluruz Alman Liselileri. Özel okuldur zaten orası. Bizimki devlet okulu. Galatasaray Liselilere de bundan ötürü gıcık oluruz: Özel okuldur[1], snopdurlar, ukaladırlar, kendini beğenmiştirler. Biz deyip duruyorum; Biz İstanbul Erkekliler yani, İEL’liler.
İyi ama ben aslında bu okul lobiciliğinden, okul kimliğini bir imtiyaz rozeti olarak taşımaktan da hazzetmem. Birkaç sene önce bir bürokrat, nüfuzunu kullanarak dışarıdan bir ekstra öğrenci kaydettirmişti İstanbul Erkek Lisesi’ne de, “camia” ayağa kalkmış, köklü okulun protokolünü çiğneyen bu usulsüz muameleyi protesto eden bir bildiri yayımlanmıştı. Kemalist-ulusalcı makama kayan bir bildiriydi. Orta-lise altı yıl beraber yatılı okuduğumuz bir can arkadaşıma telefonda şaka yollu sormuştum “Ne diyoruz biz şimdi bu bildiriye?” “Biz İstanbul Erkek Liseli değiliz ki”, demişti, “Biz 6 Fen D’liyiz!”
Tabii ya! Ne de olsa on yıllar boyunca okul yıllığı çıkarmamış tek kuşaktık. Bizim aidiyetimiz okula değil kendi sınıf cemaatimizeydi. Eh, bu da insanlık kadar eski bir yatılı okul töresidir: Her sınıf haytalığıyla, hababamlığıyla, serseriliğiyle övünür. Bazıları fazla övünür, bazılarının daha sağlam sebepleri olur.
Çocukluktan gençliğe geçişini 1970’lerin ikinci yarısında İstanbul Erkek Lisesi’nde eda eden bizim kuşağımızın bildiğim bütün mensupları, hayatlarının en güzel zamanlarından biri olarak hatırlarlar o dönemi. Özellikle yatılı mektep ürpertisini ve neşesini tadanlar. İEL’nin hem memleketin en iyilerinden biri hem de farfarasız bir kamu okulu olması, kolej kibrinden uzaklık, varlıklı ailelerin çocuklarıyla darlıktan gelenlere bir eşitlik havası teneffüs ettiren kalenderlik… bunlar birçok arkadaşım gibi bende de kıymetli bir hatıra ve çıkmaz bir iz bıraktı.
İstanbul Erkek Lisesi 1978/1979
Ama mutlaka altını çizmeliyim: Bu havanın tabii ki zamanın ruhuyla, mevsimin sol olmasıyla ilgisi vardı. Yıllık çıkartmayan kuşak namı almamız da bunla alakalıydı; bütün toplumsal geleneklerle beraber, okulun geleneklerine de meydan okuyan bir hava esiyordu o zamanlar. Önceden, yatakhane ve etüd abileri gözetimleri altındaki ufak sınıfları istediği gibi dayaktan geçirir, tıfılların yiyecek içeceğini yağmalarlardı. Dillere destan olmuş sadistik şölenler vardı: Dışarısı kar boranken, bütün sınıfı daracık balkona doldurup bir saat bekletmek mesela... Yemekhane abileri, karavanayı istediği gibi paylaştırır, beğenmediği yemeği bir sürahi su basıp murdar ederdi. 70’lerin sonuna doğru, bizden bir iki sene önce abilik sırası gelenler, bu töreleri ilga etmeye başladılar. Bu arada, Maraş katliamı gibi vesileler dışında, bir ortaokullunun kafasına cetvelle vuran bir müdür muavinine karşı da boykot yapıldı mesela, muavin başka bir okula tayin edildi. Bizim kuşağa abilik çıktığında, eski töreyi yaşatmaya heves edenler ellerinden geleni yaptılar yine gerçi ama, çoğunluk ufaklıkları ezmemek için nefsine hakim oldu.
1978-79 mezunlari |
Top sahası kullanımı bile nispeten demokratikleşti o senelerde. Biz, saha kapabilmek için bir defasında resmî uyanma vaktinden bir saat evvel kalkmış, aklımızca gürültü etmeden maç etmeyi denemiş, tabii müdür muavinine yakalanıp sıra dayağı yemiştik. Lise sonlar artık futbola takılmazdı ama lise ikilerden, bilemedin lise birlerden aşağıdakilerin saha bulması, mucizeydi. İşte bu tunç kanun bile –nispeten diyorum!- gevşemiş, lise ikilerin mahzun orta ikilere sahayı bırakıp “siz oynayın koçum” dedikleri görülmeye başlamıştı.
Bizim sınıfta, ceket kravat takan bir tek kişi kalmıştı. Onun da motivasyonu belki hepimize inat gitmekti!
1978-79 mezunları |
12 Eylül’den sonra, -biz artık gitmiştik-, her yerde olduğu gibi bizim okulda da disiplin yeniden tesis edildi. Kalite-başarı didinmesi ve performans anksiyetesi yükseldi. Zamanla konfor arttı; biz hazırlık ve orta birdeyken yüz kişiyi aşkın koğuşlarda yatar, ileriki sınıflarda en fazla sekiz-on kişilik yatakhanelere terfi ederdik, şimdi hazretler iki kişilik, dört kişilik suitlerde kalıyorlarmış. Ama bizim ranzalı köhne koğuşların bazıları boğaz manzaralıydı ne haber! Şimdi o yatakhaneleri derslik ve toplantı salonu yaptılar.
28 Şubat’ta 8 yıllık zorunlu eğitime geçilip ilk ve ortaokullar füzyona tabi tutulunca, okuldan geriye sadece lise kısmı kaldı. Gerçi lise adına kurulan bir vakıf paralı ilk-ortaokul işletiyor ama o, ticarettir. Dolayısıyla eskiden yedi yıl halvet olunurken, şimdi hazırlık dahil beş yıl beraber sosyalleşiyorlar. Bir de, Almancanın tesiri azaldı galiba. Dedim ya, eskiden Almancayı öyle böyle idare ederek geçiştirmek de mümkündü ama “olayımız” Almanca idi; birçokları girdikleri işler vesilesiyle, sonradan sonraya da olsa geliştirdiler Almancalarını. Şimdiyse müfredatta Almancanın yanına İngilizce de kattılar ve mezunların çoğu, üniversiteye girdikten sonra rotayı İngilizceye büküyor, Almancayı neredeyse tamamen unutuyor. Eh, bu da zamanın ruhu. (Vapurdaki kadınların Almanca hakkında söyledikleri doğru mu lan yoksa?)
1978-79 mezunlari |
Okul yöneticileri ve mezun örgütleri, yine yeni zamanların ruhuna uygun olarak, “seçkin okul” kimliğinin alâmetlerini işlemeye çok önem veriyorlar şimdi. Pilav günlerine rağbet arttı. 1970’lerde eprimiş ve boş görülen “Sarı-Siyahlı” kimliği canlandı. 2000’lerin ulusalcı rüzgârı da havalandırdı bu kimliği; sarı-siyahın trajik hikâyesinin gururla hatırlanmasına katkıda bulundu. 1915 yılının İstanbul Lisesi son sınıfı tam kadro Çanakkale savaşına gönüllü yazılmış ve hepsi orada hayatını kaybetmiş, bunun üzerine okulun sarı renkteki binasının kapı ve pencereleri öğrencilerce siyaha boyanmıştır. 2013’te bu hikâyeyi anlatan, Levent Akçay’ın yönettiği, Sarı Siyah adlı bir belgesel de çekildi.
1970’lerde mezunlar derneğinin bulunduğu, okulun yanı başındaki lokal, mezun abi-ablalarca sosyalist “eğitim çalışmalarının” ve kafakol faaliyetlerinin yürütüldüğü, köhne bir mekândı. Köhneydi ama birçoklarımız için okulun kendisinden daha önemli, daha prestijliydi. Şimdi okulun müştemilatı diyebileceğiniz (koca Düyun-u Umumiye’nin müştemilatı da ona göredir tabii!) bu mekânda mukim bulunan İstanbul Erkek Liseliler Derneği, ciddi bütçesi olan bayağı profesyonel kurumdur; okulun “markasını” kollayan lobi merciidir. Kendini bir “camia” olarak tasavvur etme hevesindeki yükselişin, övüncün taliplerinin çoğalışının bir sonucu bu. (Hem sonucu, hem motoru.) Mezunların toplaştığı sanal cemaatlerde, isimlerine “tertiplerini” gösteren ’78, ’02 gibi notlar düşen bazı abiler ablalar kardeşler, sözgelimi Ahmet Davutoğlu’nun (’78) lisemizin namını temsil etmeye layık olup olmadığına dair ruhsat veriyor, sarı-siyahlı “değerlerin” güncel vaziyetler karşısında nasıl tutum almayı icap ettirdiğine dair hükümler serdediyorlar.
Bu sarı-siyahlı halleri, sadece bizim kuşaktan olanlar değil, birçok eski İstanbul Erkek Liseliye de fazla “sarı”, veya fazla “beyaz” geliyor. Okula birtakım “değerler” ve bir “misyon” atfetmeyi abes buluyorum.
Lakin itiraf edeyim: “Bizim liseden” mezun bir gence rast geldiğim zaman, “ilgileniyorum” kendisiyle. “Aaa, gel bakayım hele…” Birtakım yüksek değerler taşıdığına, iyi yetişmiş olduğuna inandığımdan falan değil. Hemşerim gibi, mahallelim gibi düşündüğümden… “Bizim liseden”, işte…
İnsanın vatanı çocukluğudur, çocukluk hatıralarıdır derler ya... Pazar akşamı ıssız Cağaloğlu yokuşundan çıkıp, o dev gibi demir cümle kapısından girip, kel ampullerin loş ışığında o saltanatlı mermer merdivenlerden çıkıp, etüd sınıfında çarnaçar, sizi ergenliğe doğru çekiştiren buhranlarınızla cebelleşmenizi hayat boyu unutmazsınız. Gece elektrik kesilince perdeleri açıp ranzalarınızın üst katında yüz üstü uzanıp boğaza bakarak, fısır fısır “uzaylılar var mı?” diye konuşmalarınızı unutmazsınız. Bağlılığınız başka bir şeye değil, o hatıralaradır aslında; “bizim liseden” olduğunu öğrendiğiniz gence sempatiyle sırıttığınızda, o hatıralara sırıtıyorsunuzdur. “Bizim zamanımızda”yla böbürlenmenin imkânına sırıtıyorsunuzdur.
Hem bilir misiniz, Edip Cansever de bizim liseden. (TB/HK)
[1] Bu yazı yayımlandıktan sonra arkadaşlar uyardılar; Galatasaray Lisesi özel değil, diye. Benimkisi de seçici algı, işte…