Van Dijk günümüz ırkçılığının söylemsel pratikler içinde sinsice işlediğini söyler. Başka deyişle, ırkçılık, cezalandırılma ya da en azından kınanma ihtimali bulunduğundan her zaman açık bir şiddet ya da tehdit ile kendini göstermez. Aksine, gündelik hayat içinde olağan karşılanabilecek, bazen üzerinde düşünülmeden öylece kabul edilecek yaftalamaların, kalıpyargıların arkasına saklanır. Bunu yaparken de sıklıkla milliyetçilikle ve cinsiyetçilikle ilişkilenir.
Bizim anlayacağımız, bir yandan çeşitli azınlık gruplar Türklerin düşmanları olarak yaftalanırken diğer yandan ırkçı dil kendini zayıf halka olarak gördüğü kadınların üzerinden yeniden ve yeniden üretir.
Bu yargıların dolaşıma girmesinde ve olağan kabul edilmesinde medyanın önemli bir rolü vardır. Medya bir yanıyla mevcut olumsuz yargıların yaygınlığının kanıtlanması, haklılaştırılması için gerekçeler sunar: "Gazetelerde her gün okuyoruz, Kürtler-Ermeniler-Yahudiler-Rumlar vs., şöyle..." "Yabancılar, yabancı kadınlar, Türkiye'ye çalışmaya gelen kadınlar böyle..."
Diğer yandan gündelik hayatında bir Ermeniyle, bir Çingeneyle, bir Rumla, bir Rusla, bir Azeri bakıcıyla ve hatta Türkiye nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturmalarına rağmen toplumsal-politik baskılarla kimliklerini açıkça ortaya koymada zorlanabildikleri düşünülürse bir Kürtle ya da bir Aleviyle "hiç karşılaşmayanlar" için gazetelerin üçüncü sayfalarında, haberlerde, televizyon dizilerinde gördükleri karakterler kendileri gibi olmayanı anlamanın haritalarını sunar.
Televizyon dizileri, gündelik hayatı taklit eden yapıları ve çoğu zaman taşıdıkları gerçeklik iddiasıyla çoğunluktan olmayana yönelik bu anlamlandırma haritalarını daha inanılır kılabilirler.
Daha önce birçok kez izlediğimiz bir senaryonun yeni versiyonu ile yaz dizileri arasında öne çıkan ve başrolünü Haluk Bilginer'in oynadığı "Hayatımın Rolü"nün ilk bölümü, Rumlara, Kürtlere, Rus kadınlara, Çingenelere, Azerilere (takipçileri Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisinde Aylin'i kaçıran Çingeneleri ya da Karolin'in hırsız Azeri sevgilisini hatırlasın) yönelik sabıkası oldukça kabarık olan Türkiye televizyonlarında belli bir etnik gruptan ya da milliyetten olanı olumsuz özelliklerle yaftalayan ırkçı yargıların nasıl da kolayca savrulabileceğinin, "yabancı" görülenin üstelik de kadın olduğunda senaryo gereği nasıl da harcanabileceğinin yeni bir örneğini veriyor.
Haluk Bilginer'in oynadığı karakter, alacağı yüklü paraya rağmen insanlara zarar verebileceğini düşünerek zayıflama ilacı reklamını seslendirmeyi reddedecek kadar doğrucu olsa da, memleketinde evli ve çocuklu olan, Türkiye'de ise çalıştığı evin bulunduğu sitede güvenlikçi ile ilişkisi olan, ismi de Türkçe olunca Azeri olduğunu kolaylıkla tahmin ettiğimiz bakıcı için "bunlar böyle, gelirler, giderler, bunlardan her şey beklenir" benzeri laflar etmekte hiçbir sakınca görmüyor.
Dahası evdeki bakıcı sorunu dallanıp budaklandıkça, dizinin diğer karakterleri de yabancı bakıcılarla ilgili suçlamalara dâhil oluyorlar. İzlemeyenlerin de tahmin edeceği gibi "güvenilmez" ve "hırsız" olarak tasvir edilen yabancı bakıcı bakmakla yükümlü olduğu çocuğu evde tek başına bırakarak "evin hanımının" eşyalarını çantasına dolduruyor ve güvenlikçiye kaçıyor.
Senaryo belli ki, babanın (Haluk Bilginer'in) bakıcı kılığına girerek boşandığı eşinin evine yeniden girebilmesinin yolunu açmak için evlerinden, ailelerinden uzakta çalışmak zorunda kalan ve bu nedenle de yatılı gelebildikleri için tercih edilen yabancı bakıcıları kötüledikçe kötülemeye devam ediyor.
"Düşünsene kendi çocuklarını memleketinde bırakmış, gelip burada senin çocuklarına mı bakacak?" diye soruyor bakıcı kılığındaki kocanın eve girmesini kolaylaştırmaya çalışan bir aile dostu.
Çocuklarının karnını doyurabilmek için onlardan çok uzaklarda başkalarının çocuklarına bakmak zorunda kalan yoksul anneleri sırf senaryoya uysun diye böyle acımasızca suçlamak nasıl da kolaycı bir çözüm. Yıllardır yazılı basında ve televizyon ekranlarında Türkiye'ye çalışmaya gelen yabancı kadınları seksle, fuhuşla, suçla, hırsızlıkla ilişkilendiren bu ırkçı dili artık kanıksadığınızı düşünebilirsiniz.
Şimdi sıra bu kadınların anneliklerinin sorgulanmasında... Oysa medyanın bize sunduğu bu içerikleri tersinden okumak da mümkün. Yıllar önce izlediğim "Seni Seviyorum Paris" filminden bir fragman geliyor gözlerimin önüne. "Uzak Doğulu bakıcı, beşikteki bebeğini bakımevine bırakıyor. Sonra çocuğuna baktığı Fransız ailenin evine gidiyor." İzlemeyenlere öneririm. (ÜD/EKN)
* Doç. Dr. Ülkü Doğanay, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi