Kimileri için hiçbir anlamı olmayan, kimilerinin kendi tekeline aldığı ve araçsallaştırdığı, kimilerinin ise özensizce kullandığı bir kavram etik... Etiğin ne olduğu ve ne olması gerektiği ise başlı başına teorik bir tartışmayı gerektiriyor. Ancak aralık ayının başında televizyonda iki haberci arasında geçen bir diyalog bu konudaki teorik boşluğun ne denli büyüdüğünü ve nasıl tehlikeli sonuçlar doğurduğunu gözler önüne serdi. Ne var ki aynı diyalog sorunun sadece teorik değil insani olduğunu da ortaya çıkardı. Elbette bu kısa yazıda çok daha uzun bir temellendirme gerektiren teorik tartışmaya girilmeyecek, olayın herkesi ilgilendirmesi gereken insani yönüne değinilecek.
Cüneyt Özdemir 5 aralık tarihli 5N1K programının açılışında o gün ele alacağı konuları özet geçerken "basın etiği" tartışması adı altında cevabı kimileri için çok açık olan bir soru sorar: "Bir foto muhabir metroda tren gelmek üzereyken raylara biri tarafından itilerek düşen ve yukarı çıkmaya çalışan birini kurtarmalı mı yoksa fotoğrafını mı çekmeli, hangisi doğru?" New York Post gazetesinden ABD'li bir muhabir ikinci yolu seçer. Sonuç olarak kavga eden iki insanı ayırmaya çalışırken raylara itilen 58 yaşındaki Ki-Suck-Han objektif önünde hayatını kaybeder ve söz konusu haber manşet olur, muhabirin kendisi de bir anda ün kazanır.
Özdemir de dünya çapında büyük tartışmalar yaratan -ve tepki çeken-bu durumu yorumlaması için "Türkiye'nin en iyi haber fotoğrafçısı" sıfatıyla Hürriyet gazetesinden foto muhabir; Sebati Karakurt'u programına konuk eder ve kendisine sorar: "Sen böyle bir durumda kalsan ne yapardın?"
Olayda adı geçen foto muhabir dahi pişmanlığını yansıtan beyanlarda bulunurken ve tüm dünya kendisini ve gazetesini kınarken, kendisi de savaş muhabirliği yapmış olan Karakurt, öncelikle ancak başka bir foto muhabirin kendisini görüntülemesi koşuluyla kurtarmayı seçeceğini, zira "haberde kurtaran adam olarak nam salma"nın hoşuna gideceğini söyler. Başkası tarafından görüntülenmeyeceği durumda ise tereddütsüz bir şekilde yardım etmek yerine fotoğraflamayı tercih edeceğini açıklar.
Özdemir, olayın trajikliğine vurgu yaptıktan sonra Karakurt'a bir kez daha sorar: "Yetişse kurtarabilir ama, doğru mu sence kurtarmaması?" Bunun üzerine düşüncesini temellendirmek için iki örnek verir Karakurt; penaltıyı kaçıran futbolcuya nasıl yardım edilmezse ve amaç golü fotoğraflamaksa ya da National Geographic'te nasıl aslanların ceylanları yemesi engellenmiyorsa bu durumda da yapılması gerekenin fotoğraflamak olduğunu söyler. Bu örneklerin insan hayatı ile nasıl karşılaştırılabildiğinin yarattığı şaşkınlık sürerken Karakurt, böyle ikilem durumlarında sonradan vicdan azabı duyulabileceğini ama asıl olarak "çekilmeyen fotoğraf"ın acısının çok daha büyük olacağını söyler ve "herkesin işini yapması" gerekliliğinden bahsettikten sonra şunu ekler: "Yanımdaki fotoğrafçılarımdan biri eğer fotoğrafı çekmezse benim için eksi puan alır, herkes işini yapacak, bunu tartışmam bile." Şaşkın ama tepkisiz Özdemir hiçbir yorumda bulunmadan, sanki nihai söz söylenmiş gibi bir sonraki habere geçer.
"Basın etiği" bağlamında foto muhabirlerinin bu tür durumlarda gerçekliğe müdahale edip etmemeleri problemi bugüne kadar sıkça tartışılmıştır. Bir taraf, habercilere "zaman yolcusu" muamelesi yaparak sadece izleyici ve aktarıcı konumunu yakıştırır; zira eğer gerçekliğe müdahale edilecek olsa olayların akışı tamamen değişebilecektir. Bu anlayışa göre haber için her şey mübahtır, hatta elden gelse, mevcut gerçeklik yeterince ilginç değilse, aktarılırken ilginçleştirilebilir de...
Tartışmanın diğer tarafına göre ise haber, ilgi çekici ve para getirici bir "show" malzemesi değildir. İnsanların haber edinme özgürlüğü çerçevesinde kimsenin duymadığı ve bilmediği ve bazen duyarsız kaldığı gerçekliği herkesle paylaşmayı gerektirir. Bu anlayış açısından ise öncelik haberi satma değil toplumsal duyarlılığı artırma, duyulmayanı duyulur, görülmeyeni görülür kılmadır. Bu yüzden de bu bilinçteki bir haberci gözünün önünde ölmekte olan birini ünlü olmak ya da para kazanmak için fotoğraflamak yerine tereddütsüz olarak kurtarma yoluna gider.
Peki, bu iki kutuptan hangisi "etik"tir? Karakurt'a göre fotoğraflamak "tartışmasız" olarak "basın etiği" açısından olması gerekendir. Diğer yandan farklı bir habercilik anlayışına sahip biri için de tam tersi "basın etiği" o insanı kurtarmayı gerektirir. O halde göreli midir bu durumda olması gereken, fikir özgürlüğü müdür iki görüşten birini savunmak ya da savunmamak?
Herkes her şeyi düşünebilir ancak bu düşünceleri hiçbir şerh koymaksızın etik adına, habercilik adına milyonlarca insanın önünde bu kadar net ve emin bir şekilde seslendirmek tehlikeli sonuçlar doğurur. Birileri bencillikten dolayı, ya da belli çıkarlar uğruna etik olmayan davranışlarda bulunur, söz konusu durumda olduğu gibi bu bencillik hukuka aykırı da değildir, hiçbir yazılı kuralda yasaklanmaz, tamamen kişi kendi kendine karar verir, bir başka deyişle bu olaydaki gibi yardım etmedi diye cezalandırılmaz kimse. Ama bunun üzerinden bu davranışın meşrulaştırılması ya da başkalarına salık verilmesi nasıl mümkün olabilir? Belki en fazla "ben böyleyim, böyle yaptım, böyle düşünüyorum" diyebiliriz ve insanlar bize katılır ya da bizi kınar. Ancak işler bu kadar kolay ve sorumluluktan azade olmaz her zaman. Hele televizyondaysanız...
Bir insanın ölümüne yol açan bir edimi "haklı" olarak konumlandırır ve başka insanların da buna uymasını salık verirsek, hatta bu şekilde davranmayan otoritemiz altındaki insanlara "eksi puan" vereceğimizi söylersek, tabiri caizse bir anda kendi bencilliğimizi "iş ahlakı" adı altında bir norm olarak dayatırsak, ölmek üzere olan birine yardım etmeyip ün uğruna fotoğraf çeken bir muhabir güzellemesi aynı zamanda, organ mafyasına yardım eden bir doktora, işkence yapan bir polise, çevreyi kirletmek uğruna altın arayan bir maden şirketine de hak vermemizi gerekir ve bir gün bizim de kendi haklarımızı savunacak hiç bir ölçütümüz kalmaz elimizde. Çünkü herkes kendi çıkarına uygun olanı, kendine verilen görevleri, "işini" yapar sorgusuz, sualsiz. Giderek bir katile, bir tecavüzcüye, herhangi bir zorbalığa karşı yapılanın yanlış olduğunu söyleme hakkımız da kalmaz üstelik, zira herkesin sebepleri, herkesin kendince öncelikleri vardır zaten!
Çoğu durumda yapılması gerekenin ne olduğu tartışmalıdır. Ancak, neyin yapılmaması gerektiği genellikle apaçıktır. En ilkel düzeydeki duyarlılığı yansıtan, felsefe tarihinde çokça ele alınmış ve çokça da eleştirilmiş olan, kadim "kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma" altın kuralı bile bencillikten vazgeçmeyenler için öğrenilmesi gereken bir davranış biçimi haline gelir işte bu zamanlarda. Kendinden başkasını düşünmeyen, toplumsal bilinci gelişmemiş kişilere "empati" en kolay böyle öğretilir zira: Kendiniz ya da bir yakınınız metroda düşmüş olsa ve tren yaklaşıyor olsa sizi kurtarabilecekken fotoğraflayan birini gördüğünüzde ne hissedersiniz? O zaman da "etik" olanın fotoğraflamak olduğunu söyleyebilir misiniz?
Söz konusu olay gibi ne yapılmaması gerektiği konusunda çoğu insanın vicdanını harekete geçiren, bizi isyan ettiren durumlar etik üzerine yeniden düşünmemizin vaktinin geldiğini gösterir, hele de etik adına yapılanlar bu denli vicdanları yaralayan cinstenken. Yok eğer bu konularda mutlak bir görelilik varsa, etik diye bir şey yoksa, kimse kimseden hak talep etmemelidir, dünyada "kötülük" diye bir şey yoktur. O halde bize yapılan her şey de doğrudur. Tüm haksızlıklar aslında meşrudur. Bu ise toplumsallığın sonu demektir.
Bir insanın, canlının, yaşamsal olanın para ya da ün uğruna nesneleştirilmesi hiçbir koşulda meşru görülemez ve bunu meşrulaştırmak hiçbir zaman masum olamaz. Çünkü durduğumuz yerden konuştuklarımızın yaratacağı etkiyi tartmak sorumluluğumuzdur. Bir haberci mobese kamerasından farklı olmak istiyorsa, kapitalizmin ona öğrettiği gibi parayı ve ünü değil, başkalarını nesneleştirmeksizin - ve kendisini de - davranmayı ve konuşmayı asıl ilke edinmelidir. Sorun elbette tikel değildir, bir sistem, yerleşik bir anlayış sorunudur ve herkes bir anda vicdanlı olacak değildir belki ama sözlerin sorumluluğunu sırtlanmanın da artık vakti gelmiştir... (TGE/AS)
* Toros Güneş Esgün, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü.