BM Güvenlik Konseyi 17 Mart 2011 tarih ve 1973 sayılı kararla üye devletlere Libya'ya insani gerekçelerle askeri müdahale için izin verdi. Karar Konsey üyelerinden 10'unun olumlu 5'inin de çekimser oyuyla alındı.
Konsey'in veto hakkına sahip 5 daimi üyesinden ABD, Fransa ve Büyük Britanya olumu oy kullanırken, Çin ve Rusya ise çekimser kaldı. Karar BM Charter'ının VII. bölümüne atıfta bulunarak Libya'da sivilleri Kaddafi rejiminin saldırılarından korumak amacıyla uçuşa yasak bölge oluşturulması için üye ülkelerce "gerekli her türlü önlemin alınması"nı içeriyor.
İnsan müdahale gerek uluslararası hukuk ve gerekse uluslararası ilişkiler ve siyaset biliminin en tartışmalı konularından birisidir. Tartışmalar bir yandan genel olarak insani müdahalenin meşruluğu konusunda, diğer yandan da hangi koşullarda belirli bir insani müdahalenin meşru olabileceği konusunda yoğunluk kazanmaktadır. Ancak her ikisinde de tartışma insani müdahalenin hukuki olarak meşru olup olmadığı ve ahlaki ‒etik‒ olarak meşru olup olmadığı temelinde yürütülüyor.
'İnsani müdahale' kendi vatandaşlarının insan haklarını ciddi, yoğun ve sistematik bir şekilde ihlal eden ya da ülkesinin sınırları içinde bu tür ihlallerin gerçekleşmesine kayıtsız kalan ya da bunları önlemekte başarısız olan devletlere rızaları dahilinde ya da rızalarını almaksızın; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yetkilendirmesiyle ya da yetkilendirmesi olmaksızın, bir devlet, bir gönüllü devletler grubu ya da bölgesel kuruluşlar tarafından söz konusu devletteki insan hakları ihlallerini durdurmak için gerçekleştirilen askeri müdahale olarak tanımlanabilir.
Uluslararası ilişkilerde hangi durumlarda askeri kuvvet kullanılabileceği BM Charter'ının 2(4)., 2(7). maddelerinde ve VII. Bölümünde düzenlenmiş ve iki istisna dışında askeri kuvvet kullanımı yasaklanmıştır. Bu istisnalardan biri bir devlete silahlı saldırı durumunda o devletin öz savunma hakkına dayanarak askeri kuvvet kullanması.
İkincisi de BM Güvenlik Konseyi'nin belirli bir durumda uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğini ya da bozulduğunu saptayarak barışı korumak ya da yeniden tesis etmek için askeri kuvvet kullanımına izin vermesidir.
Bazıları Güvenlik Konseyi'nin insani krizi gerekçe göstererek uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit oluştuğu ya barışın bozulduğu saptamasını yaparak üye devletlere askeri müdahale yetkisi vermesini hukuka aykırı olarak nitelendirmektedir. Böylesi durumlarda Güvenlik Konseyi'nin yetkilerini aştığını, çünkü uluslararası ilişkileri düzenleyen temel hukuki belge olan Charter'da ciddi ve yoğun insan hakları ihlallerinin önlenmesi ya da durdurulması konusunda açık ve doğrudan bir ifadeye yer verilmediğini ileri sürmekteler.
Bu görüşü savunanlara göre BM'in ana amacı insan haklarının korunması değil, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasıdır. Charter üye devletlerin egemenliklerini güvence altına almıştır ve insani gerekçelerle de olsa askeri kuvvet kullanımına izin verilmesi o devletin egemenliğine müdahaledir, bu ise Charter'da yasaklanmıştır.
Çok ciddi insani krizlerin yaşandığı Soğuk Savaş dönemi boyunca bu anlayış egemen olmuş ve Güvenlik Konseyi bu krizler ne kadar ciddi olursa olsun askeri müdahale için yeki vermekten uzak durmuştur. Ancak bu, Soğuk Savaş döneminde insani gerekçelerle askeri müdahalelerin gerçekleşmediği anlamına gelmiyor.
Bunlar arasında en ciddi olanları Hindistan'ın Doğu Pakistan'a (1971), Vietnam'ın Kamboçya'ya (1979) ve Tanzanya'nın da Uganda'ya (1979) müdahalesidir.
Ne Doğu Pakistan'da 1.000.000 kişinin öldürülmesi ve milyonlarcasının Hindistan'a göç etmesi; ne tarihteki en kanlı rejimlerden biri olarak adlandırılan Pol Pot (Kızıl Kimmerler) rejimi'nin filmlere de konu olan ölüm tarlaları; ne de İdi Amin'in diğer Afrika diktatörlerini bile utandıracak boyuttaki insan hakları ihlalleri Güvenlik Konseyi'ni harekete geçirebilmiştir. Bu insani krizlere müdahale ederek sonlandıran devletler ise Tanzanya hariç bu müdahaleleri nedeniyle cezalandırılarak ciddi bedeller ödemek durumunda bırakılmışlardır.
Ancak Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle Güvenlik Konseyi'nin tutumunda ciddi bir değişikliğe tanık oluyoruz. Güvenlik Konseyi ilk olarak Saddam rejiminin Kürtlere uyguladığı kanlı eylemler nedeniyle 1991'de Irak'la ilgili 688 nolu kararında insani krizin uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olduğu saptamasını yapar.
1991'de Somali'de devletin çökmesi ve iç savaşın çıkması, Güvelik Konseyini insani krizin uluslararası barış ve güveliğe tehdit oluşturduğu saptamasını yapmaya götürür. Tüm insanlık için bir utanç olarak tarihe geçen ve bir ay gibi bir sürede 1.000.000'a yakın kişinin öldüğü Ruanda örneğinde ise uluslararası toplum olayların başlayıp hızla tırmanmasına seyirci kalmıştır.
Ancak iş işten geçtikten sonra Güvenlik Konseyinden müdahale için karar çıkmış, soykırımı sona erdirmek için müdahaleye gönüllü tek devlet olan Fransa'nın ise, soykırımı durdurmak bir yana daha da ateşlediği hakkında hala ciddi kuşkular söz konusudur. İnsani gerekçelerle askeri müdahalenin doruk noktası ve tartışmaları en ateşli hale dönüştüren olay ise NATO'nun Kosova'ya müdahalesi olmuştur. Rusya'nın Kosova'ya müdahaleyi veto edeceği açığa çıkınca oylama gerçekleştirilmemiş ve NATO Güvenlik Konseyi'nin yetkilendirmesi olmaksızın askeri müdahalede bulunmuştur.
NATO'nun Kosova'ya müdahalesi Güvenlik Konseyi'nde oluşmuş olan bazılarınca uzun süreli olacağı düşünülen ittifakın sona erdiğinin göstergesidir. Soğuk Savaş döneminde Güvenlik Konseyinin yetkilendirmesi olmaksızın insani gerekçelerle devletlerin askeri müdahalede bulunduğu örneklere değinmiştik.
Ancak bu devletler, müdahalelerini resmi olarak gerekçelendirirken insan hakları ihlallerine değil öz savunma hakkına dayanıyorlardı. Bu davranışlarının arkasında yatan şey, hukuki olarak insani gerekçelerle kuvvet kullanma haklarının olmadığı konusundaki kabulleriydi. NATO'nun Kosova'ya müdahalesini farklılaştıran şey ise, müdahalenin gerekçelendirilmesinin resmi olarak da bireysel ya da ortak öz savunma hakkına değil, doğrudan insani gerekçelere dayandırılmasıdır.
Nitekim NATO'nun bu eyleminin hukuki açıdan meşru olmamakla birlikte ahlaki olarak meşru olduğu resmi makamlarca onaylanmış ve NATO ülkelerine bu müdahaleleri nedeniyle bir yaptırım uygulanmamıştır.
NATO müdahalesinin ardından tartışma daha ziyade Güvenlik Konseyi'nin yetkilendirmesi olmaksızın insani gerekçelerle de olsa bir devlete askeri müdahalede bulunup bulunulamayacağı konusundaydı. Tartışma artık daha ziyade bir ikilemden hareketle yapılıyordu. Westfalyan sistemden BM Charter sistemine miras kalmış olan devlet egemenliği ilkesi ile esas olarak BM Charter sistemiyle başlamış olan insan haklarının korunması gerekliliğinin oluşturduğu ikilem.
Bu, ciddi insani kriz durumlarında Güvenlik Konseyi'nden müdahale kararının çıkmaması durumunda ya mevcut uluslararası sistemin temel normu olarak iş gören devlet egemenliği normunun rafa kaldırılması, ya da, gerçekleşmesi olası ya da mevcut soykırım da dahil ciddi insan hakları ihlallerine seyirci kalınması ikilemidir?
Devlet egemenliği ilkesinin uluslararası sistemin vazgeçilemez temel normu olduğunu savunanlar haklı olarak bu ilkenin güçsüz ülkelerin, kendi emperyal amaçlarını gerçekleştirmek isteyen güçlüler karşısında tek koruma kalkanı olduğunu söylüyorlar. Ayrıca bu ilkeden vazgeçilmesinin uluslararası sistemde Hobbesçu bir doğa durumuna yol açacağını ve bunun da sürekli bir korku ve onun yol açacağı bir savaş durumu yaratacağına dikkati çekiyorlar.
Buna karşı çıkanlar ise devlet egemenliği ilkesini, kendi halkının insan haklarını yoğun ve sistematik bir şekilde ihlal eden eli kanlı diktatörlere ardına sığınacakları bir kalkan olarak görüyorlar. Her iki grup da endişelerinde haklı görünüyor.
Bu ikilimin üstesinden gelmek için farklı çevrelerden gerek kavramsal gerekse de yapısal farklı öneriler getirildi. Bunlar arasında "insani müdahale hakkı" kavramı yerine "koruma sorumluluğu"; egemenlik kavramı yerine sorumluluk olarak egemenlik, devlet güvenliği kavramı yerine halkın güvenliği kavramları yer alıyor.
Yapısal olarak ise daha ziyade insani müdahale konusunda hukuki bazı düzenlemeler öneriliyor. Bunlar BM Charter'ında değişikliğe gidilmesi; BM Sosyal ve Ekonomik Konseyin yetkilerinin artırılması; Güvenlik Konseyinin daha hakkaniyetli bir temsile olanak verecek şekilde hem üye devlet sayısının hem de veto hakkı olan üye devlet sayısının artırılması.
Ancak BM Charter'ında herhangi bir değişikliğe gidilmesinin mevcut durumda olanaksız görünmesi nedeniyle Batılılardan BM sistemi dışında bir sözleşme hazırlanmasını bile önerenler bulunmakta.
Önemli bir öneri ise Batı karşıtı camiadan bazılarının getirdiği, insani krizlerde ne türden önlemler alınacağına karar ve müdahaleye izin verme yetkisine sahip; üyeleri hükümet temsilcilerinden değil, bağımsız kişilerden oluşan; hakkaniyetli temsiliyeti gözeterek oluşturulacak bağımsız bir insan hakları komisyonu oluşturulmasıdır.
Ancak, Kosova müdahalesinin üzerinden 12 yıl geçmesine rağmen yapısal herhangi bir değişikliğe gidilmedi. Bunun iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Güvenlik Konseyi'nde veto hakkına sahip daimi üye devletlerin BM Charter'ıyla kendi kendilerine vermiş oldukları ayrıcalıklı konumdan vazgeçmek istememeleri.
İkincisi, ancak daha az önemli olanı, 11 Eylül saldırısı ertesinde insani müdahalenin tartışma gündeminde alt sıralara itilerek, terörle mücadelenin ana gündem maddesi haline getirilmesi. Sanki bunca tartışma hiç yapılmamış, öneriler getirilmemiş gibi bir hava esti uzunca bir süre.
Peki ne oldu da "uluslararası toplum"un gündemden düşen insani müdahale yeniden ana gündem maddesi haline geldi? NATO'nun Kosova'ya müdahalesi Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi olmaksızın gerçekleştirilmesi nedeniyle o kadar eleştiri almışken; ABD ve müttefiklerinin Irak'ı işgali ve Irak'ta gerçekleştirilen insan hakları ihlallerine ilişkin tanıklığımız bu kadar tazeyken, nasıl oldu da Güvenlik Konseyi'nden Libya'ya müdahale için üye devletlere yetki veren karar jet hızıyla çıktı?
Daha önceki örneklerde hiçbir şekilde karşılaşmadığımız bir hızla Güvenlik Konseyi'nden böyle bir kararın çıkmış olmasını, yeni dünya düzeninin oluşturulmaya çalışıldığının bir göstergesi olarak anlamak gerekir.
Güvenlik Konseyi'ndeki oylama, aslında küresel aktörler arsında bu konuda bir uzlaşma olduğunu da göstermektedir. Güvenlik Konseyi'nin veto hakkına sahip daimi üyelerinden Rusya ve Çin'in, daimi üye olmasa da önemli bir aktör olan Almanya'nın (artık 5+1 olarak adlandırılıyor) kararın oylamasında çekimser kalmayı tercih etmesi bizi şaşırtmasın. Müdahale konusunda Güvenlik Konseyi'nde uzlaşma sağlanmadığı durumlarda karar tasarısı oylanmıyor.
Kosova'ya müdahale Güvenlik Konseyi'nde oylanmadı. ABD Irak'a müdahale kararını da Güvenlik Konseyine taşımadı. Çünkü her ikisinde de olumlu karar çıkmayacağı kesinleşmişti. Kararı Güvenlik Konseyi'ne götürmek demek, kendi elini kolunu bağlamak olacaktı.
Libya'ya müdahale konusuna gelecek olursak, karar oylanmadan önce Rusya ve Çin çekimser kalacağını beyan etmişti, aksi halde oylamaya gidilmezdi. Bu da aslında, Müdahalenin arkasından istedikleri kadar müdahaleyi eleştirip karşı çıksınlar, müdahaleyi Kaddafi gibi Haçlı Seferi olarak adlandırsınlar, bu devletlerin de müdahaleyi onayladığı anlamına gelmektedir. İkisinden biri kararı veto etmiş olsaydı ya bu müdahale gerçekleşmeyecekti ya da gerçekleşse bile hukuki meşruiyete sahip olmayacaktı.
Rusya ve Çin veto etmeyip çekimser kalarak müdahaleye hukuki meşruiyet kazandırmış oldular. Bu kararı, özellikle Ruanda'da soykırım yaşanırken müdahale kararı çıkaramayarak; NATO'nun Konsey'in yetkilendirmesi olmaksızın Kosova'ya müdahalesini ahlaki meşruiyete sahip görüp bir yaptırım uygulamayarak; ABD ve müttefiklerinin Irak'ı işgaline engel olamaması bir yana, orada işlenen savaş suçlarına yaptırım uygulamayarak ciddi anlamda meşruiyet kaybına uğramış olan BM'ye kendi çıkarlarına uygun düşecek şekilde meşruiyetini yeniden kazandırma çabası olarak okuyabiliriz.
Rusya ve Çin'in bu tutumundan hareketle önümüzdeki dönemde BM'de yapısal herhangi bir değişikliğe gidilmeyeceğini, yeni dünya düzenini oluştururken söz konusu devletlerin kendi ayrıcalıklı konumlarından vazgeçmeyeceklerini rahatça söyleyebiliriz. Ancak işin oldukça tedirgin edici yanı, bu ayrıcalıklı devletlerin gerekli gördüklerinde, çıkarları bunu gerektirdiğinde insani gerekçelerle bir devlete hem de hukuki meşruiyeti sağlayarak daha kolay askeri müdahale gerçekleştirebilecek olmasıdır.
Küresel aktörler Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte aslında, diktatörlerin küresel aktörlere hizmet ettikleri dönemin sonuna geldiği fark etmişlerdi. Ancak ayaklarına artık bağ olan bu diktatörlüklere son vermenin henüz zamanı gelmemişti.
Libya'ya müdahale kararı bu dönemin sona erdiğinin bir uzlaşıyla ve açık bir şekilde ifadesinden başka bir şey değildir. Gerek daha önceki örnekleri düşündüğümüzde, gerekse de şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan çok daha ciddi ve büyük çaplı insani krizleri düşündüğümüzde, müdahalenin hukuki olarak meşruiyeti var gibi görünse de hiçbir şekilde ahlaki meşruiyeti yoktur.
Libya'da yaşananlar böylesine acil bir müdahaleyi gerektirecek boyutta değildir. Tamamen küresel aktörlerin çıkarları doğrultusunda oluşturmaya çalıştıkları yeni dünya düzeni için bir meydan okumadır. "Sizlere ihtiyacımız kalmadı, ya rejimlerinizi bizim istediğimiz şekilde değiştirin ya da hem hukuki hem de ahlaki zemini kullanarak biz değiştireceğiz" demektir. (NY/EÖ)