Nietzsche’nin “Tanrı öldü, onu biz öldürdük” sözleriyle çerçevesini çizdiği 19. yüzyıl, 20 ve 21. yüzyıla yön veren olayların nüvelerini barındırıyordu. Sıçramalar kadar çöküşlerin de yaşandığı, bilimsel gelişmelerin ve felsefi eleştirilerin yoğun olduğu, sanayileşmenin hızlandığı ve hatta büyük ivme kazandığı bir dönemdi bu.
Düşüncenin tarihsel seyri konusundaki uzmanlığıyla kişilerin ve toplumların değişimini ve dönüşümünü inceleyen, kültür-dil ve kültür-insan bağlantısına yoğunlaşan, uygarlığın içinde taşıdığı şiddete, erdemlere ve ikiyüzlülüğe dikkat çeken, kriz yaratan ve krizlerle başa çıkmaya çalışan insanın eylemlerine odaklanan Barry Sanders, Naif Ruhlar’da modern toplumun başlıca sorunlarının nedenlerini ve sonuçlarını, bugünden 19. yüzyıla bakarak ortaya koyuyor.
Makineleşmenin boy attığı Sanayi Devrimi sonrasında insanın değerinin azalmaya başladığını, iletişimin örselendiğini, buralardan geçip günümüze geldiğimizde yüzeyselliğin ve bilgi (daha çok bilgi-olmayan) bombardımanının hüküm sürdüğünü, kolektif bilinçten uzaklaştıkça yalnızlaşmanın kolaylaştığını, bununla beraber kamplaşmanın ve cepheleşmenin arttığını söyleyen Sanders, düşünme ve eylem biçimlerimizin değişimine dair fikirleriyle karşımıza çıkıyor incelemesinde.
Gölgeleri bilme zorunluluğu
Sanders, belli dönemlerde ve farklı aktörler tarafından insanın yeniden tanımlanmasının, ilerlemeyi beraberinde getirirken korku ve bunalımları tetiklediğini hatırlatıyor. İnsanın Antikçağ’dan sonra Ortaçağ’da Kilise eliyle başka bir kimliğe büründürüldüğünü, ardından Rönesans’la beraber tekrar yükselişe geçtiğini, Sanayi Devrimi’yle ve bilimsel gelişmelerle bir kez daha tanımlandığını anımsatıyor. Kısacası tarihin yüzyıllardır tanıdığı insanın yerine bir başkasının geçtiğine dikkat çekiyor. Bu da onu, en başta kendi türünü, sonra doğayı ve diğer canlıları tehlikeye atar, düşmanlaştırır, yok etmeye yeltenir, nesneleştirir ve uçlara savurur hâle getiriyor.
Korkunun, kaygının, öfkenin ve şiddetin bazen açığa çıktığı bazen gizlendiği (ya da bastırıldığı) günümüzde insanın yönünü, özünü ve kimliğini kaybetmesinde “tarihsel amnezi”nin etkisini göz ardı etmemek gerekiyor Sanders’a göre. Unutmaktan mustarip insan, hem tarihsel bağlantıları hem de yaşadığı felaketlerin ve tecrübelerinin izlerini yitirirken neoliberal kapitalizmin “denemeye devam et”, “tüket” ve “satın al” buyrukları, savruluşu hızlandırıyor. Yazarın deyişiyle bu durum, “insan ruhunun ve duyarlılıklarının erozyonundan” başka bir şey değil.
İnsanmerkezci yaklaşımla doğanın talan edilmesinin ve canlıların hayatının tehlikeye atılmasının yanı sıra, insanın nesneleştirilmesi gibi yakıcı sorunlar baş gösteriyor on dokuzuncu yüzyıldan itibaren. Bir sonraki aşamada “insanların hipnotize edilmesi” ve “yaşam fonksiyonlarının geçici olarak askıya hâli”yle karşılaşıyoruz. Söz konusu hipnoz ve erozyon, “sertliğin ve gücün, dayanıklılığın ve kudretin değer verilen ve ayrıcalık tanınan erdemlere dönüşümü” olarak bugüne yansıyor.
Şaşırmamanın, kayıtsız kalmanın ve görmezden gelmenin egemenliğini kırmak için aşırı eylemleri, “yoldan çıkmış davranışlar” kategorisine yeniden koymak gerektiğinden bahseden Sanders; görüntünün, gerçeğin yerini almasının ve gerçekliğin yeniden üretilmesinin nüvelerinin on dokuzuncu yüzyılda ararken zamanımızın problemlerine çözüm üretmek için geçmişi, bir başka deyişle gölgeleri bilme zorunluluğundan söz ediyor.
Doktor Frankenstein’a öykünmek
Sanders, geçmişin gölgelerine baktığında aklın sınırlarının zorlanışının ve makineleşmenin bir arzuya, yer yer zorunluluğa dönüşerek insanı sarıp sarmaladığını görüyor. Bilimin, doğayı motor misali işleyen bir sistem gibi tarif edişini ve bunun ticaretinin hızla ilerleyişini de… Hayatın ne anlama geldiğinin değil, canlı kalmanın koşullarının arandığı on dokuzuncu yüzyılda, Tanrı’dan rol çaldığını düşünen insan “yaşamı yaratmaya” girişip Doktor Frankenstein’a öykünüyor: “Bu miras, yirminci yüzyılın şekillenmesine yardımcı oldu ve yirmi birinci yüzyılın ilk birkaç yılında ivme kazandı; güç, kontrol ve ne pahasına olursa olsun topyekûn zafer kazanmak için açgözlü bir siyasi iştah oluştu. Mary Shelley’nin canavarlar yaratma ve sonra onlarla birlikte yaşamak zorunda kalma konusundaki uyarısı dikkate alınmadı. (...) On dokuzuncu yüzyılın başlarında doktorlar, Victor Frankenstein’ın vizyonunun büyüsüne kapıldı ve tıbbın temelindeki felsefeyi kökten değiştirdi. Antik dünyadan beri doktorlar, hastaları sağlığına kavuşturmayı amaçlamıştı. Sonra, on dokuzuncu yüzyılın son yirmi otuz yılında, meslek kökten farklı bir hedef üstlendi: Ömrü uzatmak (hayır, ömrü genişletmek) hatta bazen tıbbi anlamda anlamlı olamayacak ölçüde yaşam uzatılmaya çalışıldı (yine bu arzu da yirmi birinci yüzyılda bize geçti). Hatta o dönemde Londra’da tanınmış ve saygı duyulan cerrahlar, kısa süre önce ölmüş kişileri dirilteceğine bile inanıyordu.”
Bilimde, politikada ve ekonomide hızlı değişimlerin yaşandığı bu dönemde, sosyal bilimcilerin “insan olmanın ve anormal insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya çalışarak” özcülüğe gerilediğini belirtiyor Sanders. Büyük binalar ve makineler arasında gezinen (bir bakıma ezilen), gücünü sağlam bedeninden ve zihninden alan normal insanı, “anormal” kategorisine iten yegâne şey ise bedenen ve zihnen çaptan düşmesiydi. Onun “fişinin çekilmesi” ise bize o zamanlardan kalan bir mirastı. Sanders, on dokuzuncu yüzyılda sanatçıların, filozofların ve biliminsanlarının yönelttiği sorunun, bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyor: “Kim yaşıyor, kim ölü ya da canlıları ölülerden ayıran çizgiyi nerede buluruz?” Savaşların, salgınların, çatışmaların, yoklukların ve krizlerin, muktedirlere kimin “fişinin çekileceğine” karar verme imkânı sağlaması, bahsi geçen çizgiye dair bir ipucu sunuyor bize.
Rekabetçi ve çaresiz Homo Economicus’un doğumu
Yaşamın ve düşünmenin değişimiyle şekillenen on dokuzuncu yüzyıl, sonraki iki asrın yönünü çiziyor. Sanders, bunun bilime, teknolojiye, felsefeye, politikaya, edebiyata ve şiire yansımasıyla beraber değişimlerin nasıl eleştirildiğini de hatırlatıyor. Edebiyatta ve özellikle on dokuzuncu yüzyılın insanlığa hediyesi sinemada, ölümsüzlüğün ve yeniden dirilişin, ileride yaşanacakların habercisi olduğunu ifade ediyor. Hatta seri cinayetlerin tüketimle eşleştirilmesinin, yakın gelecek için öngörülere imkân verdiğini, bununla birlikte illüzyonların, hileli gösterilerin ve spiritüalistlerin sonraki yüzyıla göz kırptığını anımsatıyor.
Sanayileşme ve makineleşmenin yarattığı boşluklar nedeniyle yaşam çeşitli “önderler”, “insan kaynakları yöneticileri”, “gurular” ve “uzmanlar” tarafından yönetilmeye başlıyor. Ardından ekonomistlerin, “yeni hayat”ta ve “yaşam yönetimi”nde işi ele almasıyla özgürlüğünü ve özerkliğini yitiren insandan “Homo Economicus”a geçiliyor. Yazarın ifadesiyle “bu türden çaresiz yaratıklar, zorunlu olarak kendini bir sürü profesyonelin insafına bırakıyor”, ihtiyaçları onlar tarafından karşılanıyor ve en yakınlarıyla bile bir rekabete itiliyor. Dolayısıyla zamanın ruhuna uygun yeni Tanrılar, yeni iman biçimleri ve yeni tapınaklar ortaya çıkıyor. Sanayi Devrimi’nin vaat ettiği “mucizevi rüya”, dönemlere uyarlanırken kapitalizm, hayalleri elle tutulur birer gerçek hâline getirmek için gerçeği rüyaya dönüştürerek kendini sürekli yeniliyor. Politik ve ekonomik despotların oyuncağı hâline gelen “çalışan cesetler” ve “zombiler”, tüketerek var olma anlayışı, krizleri ve bunalımları “kişisel gelişim” ticaretine kapılarak aşma umudu bahsi geçen yenilenme sonucunda doğuyor.
Sanders, zamanımızdaki yapaylığın ve yüzeyselliğin yanı sıra ekonomik, politik ve teknolojik despotluğun nüvelerini, ayrımların ve ayrıştırmaların hızlandığı on dokuzuncu yüzyılda ararken Sanayi Devrimi’ne, bilimsel gelişmelere, felsefeye, kültürel dönüşümlere ve dönemin edebî eserlerine atıflarla ilerliyor. Mevcut problemlerimizi aşmaya karar verdiğimizde ya da bunu tercih ettiğimizde, 19. yüzyıldan süzülerek gelen ve sonraki çağlara uyarlanan gelişmeleri göz önünde bulundurarak yanıtlamamız gereken önemli bir soru olduğunu hatırlatıyor: “İnsan ruhunun erozyonu şiddetli bir hızla devam ediyor. Dünyada değişiklik olmasını umuyorsak var olma duygumuzu, duyarlılığımızı yeniden kazanmalıyız. Yirmi birinci yüzyılda canlı olmak, insan olmak ne anlama geliyor? (...) Felsefeciler ve sanatçılar, yazarlar ve öğretmenler hep böyle sorular sormuştur. Şimdilerde bunları siyasetçilerden, şirket yöneticilerinden, reklamcılardan, tasarım mühendislerinden de duyuyoruz. (...) Bizleri doymak bilmez tüketiciler, kırılgan bağışıklık sistemleri, korkmuş siyasi özneler ve ortalama bir insanın üzerinde hiçbir kontrol sahibi olmadığı, çok güçlü, amansız bir makinenin çarkları şeklinde görürler. Güçleri ve otoriteleri vasıtasıyla ortaya çıkan etkilerini katıksız zekâ ile karıştırıyoruz. Neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi bildiklerine inanıyoruz. Durum böyle değil. Bu nedenle, şu temel soruları kendimize sormalıyız: Biz kimiz ve ne olabiliriz?” (AB/TY)
Naif Ruhlar, Barry Sanders, Çeviren: Aydın Çavdar, Ayrıntı Yayınları, 400 s.