İnşaat sektörünün en önde gelen şirketlerinden Ağaoğlu'nun Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, 20 Ağustos tarihli Referans gazetesine verdiği röportajda İstanbul'un konut yapısına ve bu yapının yakın dönemdeki oluşumuna ilişkin açıklamalarda bulundu ya da daha doğrusu günah çıkardı desek herhalde daha doğru olur. Bunun neden bir günah çıkarma olduğunu anlamak için, ilk olarak kendi sözleriyle başlayalım:
"Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stoğunun yüzde 70'i deprem açısından güvenli değil. 1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır."
Sanırım bu sözleri, 'günah çıkarma'dan daha iyi ifade edecek bir kavram yoktur. İlk önce şu anki durumun ne kadar içler acısı olduğuna ilişkin feryat ediyor, arkasından da geçmişteki hatalarının(!) bu duruma neden olduğunu söylüyor ve kendi yaptıkları binaların ne kadar berbat durumda olduğuna dair, 'ölen şanslıdır' diyerek, bizi uyarmayı da ihmal etmemiş, Allah razı olsun!
Barınma hakkı
Tabi bu günah çıkarma sonucunda 'af' değil, yine 'kar' bekleyen bir günah çıkarmadır aslında, bunun neden böyle olduğuna aşağıda değineceğiz. Ancak öncelikle şu 'hata' meselesine bir bakalım. Konut, tüm insanların en temel ihtiyaçlarından biridir, tabi konut çalışan kesimler için kendi emeğini yeniden üretebilmeleri için tam anlamıyla bir gereklilik iken, toplumun üst kesimleri için ayrıca bir lüks tüketim ürünü ve yatırım aracıdır.
Bu nedenle bütün toplumun konuta karşı, farklı nedenlerle de olsa, daima talebi mevcuttur, ki 70'ler ülkemizde tamda bu talebin yükselmeye başladığı dönemi temsil etmektedir. Bu durum elbette inşaat sektörünün için elverişli bir ortam yaratmıştır ve, bugünün dev şirketlerinin başında yer alan, dönemin müteahhitleri için sermayelerini genişletmelerinin yolunu açmıştır, müteahhitlerde bu fırsatı kaçırmamış ve sermayelerini daha da katlayabilmek için kumu denizden demiri hurdadan çekmişlerdir. Yani ortada aslında 'döneme özgü' bir yanlış değil, inşaat sektöründe sermaye birikiminin bir 'aşama'sına denk düşen bir 'gereklilik' vardır.
Konutlar o dönemde kitlesel olarak üretildiğinden, sermayenin amacı en az maliyetle en fazla konutun üretilmesidir. Ama bugün aynı sermayelerin artık yalnızca gökdelen inşası ya da üst gelir gruplarına yönelik, şehir dışında, her türlü ihtiyacın içerisinde karşılanabildiği, yüksek güvenlik önlemlerine sahip -ve depreme karşı dayanıklı!- siteler -Ağaoğlu MyWorld, Dumankaya Konsept İstanbul vb.- yapma konusunda uzmanlaştıklarını görebiliyoruz. Tabi bu yapıların inşasında en iyi malzeme ve en son teknoloji kullanılmaktadır.
Yani bugün inşasını gerçekleştirdikleri projelerin sermayesi esas olarak, o 'deniz kumundan hurda demirinden' inşa ettikleri, depreme dayanıksız, eğer altlarında kalıp ölürsek 'şanslı' olduğumuz konutlara dayanmaktadır. Henüz, İstanbul'da bir deprem olmadı ve kimse ölmedi ama bu durum, Ağaoğulları'nın, Dumankayalar'ın sermayelerinin harcında insan hayatı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İstanbulluların büyük çoğunluğu onların inşa ettikleri potansiyel mezarlarda oturuyor.
İtiraflar!
Ali Dumankaya da konu hakkında diyor ki: "Herkes o dönemin koşullara göre davrandı. Bulunabilecek kum deniz kumu. Başka kum yok. Şu andaki sistemler de yok. O günün şartlarıyla bugünü değerlendirmemiz doğru değil. Topluma yanlış mesaj vermemek lazım. Şu anda önümüze bakma zamanı."
Ancak, inşaat sektöründe başka bir sermayedar olan Serdar İnan, Dumankaya'yı yalanlar biçimde şunu söylüyor: "Dere kumu veya dağ kumu çok az oranda kullanıldı. Deniz kumunda iki kötü faktör var. Birincisi içinde midye kabukları var, eleme yapılırsa elenir, elenmezse binada kalır. Deniz kumunun özelliği tuzlu olduğu için tuzdan dolayı demirin çürümesine sebep oluyor. Yıkamadan kullanamazsınız bugünün şartlarında. Eskiden de yıkayarak kullanan yok denecek kadar azdı."
Hemen belirteyim, kum çeşitlerinin kalitesi hakkında ve nasıl kullanılmaları gerektiği hakkında bir bilgiye sahip değilim, yalnızca söylenenlerin çerçevesinde hareket ediyorum- Şimdi öğreniyoruz ki, deniz kumundan başka kum biçimleri de varmış ve söylenenlerin genel çerçevesine baktığımızda anlaşılıyor ki, dere ve dağ kumu, deniz kumuna göre daha kaliteli ve daha ötesi, eğer deniz kumu gerekli arındırma işlemlerinden geçirilirse, konut inşasında kullanılabilecek bir niteliğe sahip olabiliyor. Peki neden dere ya da dağ kumu kullanılmadı ya da deniz kumu temizlenilerek kullanılmadı?
Yanıt, ne Ağaoğlu'nun 'hata'lı davranış gibi açıklamaya çalıştığı ya da Dumankaya'nın 'imkan' dediği şeydir. Yanıt, konutlara yerleşecek insanların can güvenliğini sağlayacak olan önlemlerin ya da uygulamaların konut yapımı sırasında göz önünde bulundurulmasının, o dönem yeni yeni palazlanan inşaat sermayesinin birikimi üzerinde yaratacağı olumsuz baskıdır.
Kapitalizm öldürüyor
Şimdi, tekrar Ağaoğlu'nun söylediklerine ve neden günah çıkarması sonucu 'af' değil, 'kar' beklediğine değinelim. Birincisi, az önce yukarıda belirttiğimiz gibi, Ağaoğlu gibi büyük inşaat şirketlerinin, İstanbul'da ciddi anlamda lüks konut yatırımları bulunmaktadır ve İstanbul'daki -aslında geçmişte kendilerinin inşa etmiş olduğu- konutların zayıf olduğunu vurgulayarak, kendi yatırımlarının pazarlamasını gerçekleştirmektedirler.
Diğer bir taraftan, kentlerin, sermayeyi - sanayi sermayesinden ziyade para-sermaye-, ulus-ötesi şirketlerin yönetim merkezlerini ve yüksek tüketim alışkanlıklarına sahip üst kademe yöneticilerini kendine çekebilmesinin yolu, kendisinin reklamını iyi yapabilmesidir. Bu çerçevede kent önemli bir rant alanıdır ve deprem tehlikesi yada dayanıksız binalar, bu rant alanı için kötü bir niteliktir. Bunun ortadan kaldırılması gerekir. Ağaoğlu ve diğerleri, bu rant alanının dönüştürülmesinden de pay almak istemektedirler. Böylece hem önceden baştan 'bozuk' yaparak kar ettiklerini şimdi onararak ya da yıkıp yerine zengin kesimler için daha gösterişlisini ve sağlamını yaparak kar edecekler hem de uluslar arası sermayeyi bölgeye çekerek, onların işlerini - gökdelen, plaza vb.- de alabilecekler.
Ancak, herhangi bir sektörün karlılığını arttırması ve yatırımlarının değerlenmesi, insanların ve özellikle emekçi kesimin hayatlarının kendisi açısından ters yönde bir etki yapıyor. Hatırlıyorsanız eğer, Deniz Ticaret Odası (DTO) başkanı Metin Kalkavan, Tuzla tersanelerindeki ölümler üzerine "işlediğin çelik, pamuk değil. Biz tekstil atölyesi değiliz. İşçinin ölebileceğini bilmesi lazım" demişti.
Deprem sonrasında da benzer şeyleri, mesela Ali Ağaoğlu'nun ağzından, duymamız hayret verici olmayacaktır: Oturanların, yaptığımız konutların birgün başlarına yıkılacağını bilmeleri gerekirdi!(ÖP/EÜ)
* Özdeniz Pektaş, İstanbul Teknik Üniversitesi, siyaset çalışmaları yüksek lisans öğrencisi.