#sendeanlat diyor bir kadın ve ardından binlerce kadının travması sel oluyor akıyor. Boğulmuyor musunuz o selde? En azından bir ucunda benim de bir erkekliğim olmuştur diye boğazınıza düğümlenmiyor mu sessizliğiniz, inkârınız? #sendeanlat diyen ve tekrar tekrar yükünüzü sırtlanan kadınlara bir #bendeyaptım borcunuz yok mu? Hiç mi faydalanmadınız şu hayatta erkekliğin iktidarından?
“Vahşice katledilen” bir kadının acısı ve öfkesi bütün gündemi sarmışken, kadınların dünyası da kim bilir kaçıncı defa alt üst oluyor. Hepimiz bir ya da birden çok ânı hatırlayıp, bugün hâlâ nefes alıyor olmamızın baya mucize olduğunu yeniden fark ediyoruz. Bir yandan da #sendeanlat kampanyası ile sesimiz iyice duyulur oluyor; yaşananların münferit olmadığı, iyi insan-kötü insan meselesi olmadığı anlaşılıyor ve sistematik bir erkekliğin kadına zulmü sorunu olduğu iyice berraklaşıyor.
Sosyal medyada #sendeanlat hashtag’i altında bir hakikat arşivinin oluşmaya başlaması, mücadelenin yaygınlaşması için de çok önemli. Yaşadıklarını kendine dahi itiraf edemeyen; toplumsal kodların cenderesinden çıkıp da kadın olduğu için şiddet gördüğünü kabul edemeyen ya da zaten farkında olduğunu söyleme cesareti bulamayan birçok kadın için de bu seslerin çoğalması güç verecek bir gelişme. Belki bunun adım ilerisi, bazı kadınların, bu anlatıları basılı olarak kentin çeşitli yerlerine asmaları gibi eylemleri çoğaltmak olabilir. Sosyal medyanın bazılarımızın hayatında olduğu biçimde var olmadığı kadınlara da ulaşmak için kent mekânı, örneğin toplu taşıma mekânı, elzem bir direniş alanı. Sanal mekânın gücünü kullanırken, ister istemez çizdiği dışlama sınırlarının farkında olmak, kadınların topyekûn güçlenmesi için fiziksel mekânın hâlâ en kapsayıcı ve en etkili mücadele alanı olduğunu unutmamak lazım.
Feministlerin zaten bıkmadan usanmadan kurduğu cümleleri, bütün kadınların sahiplendiği bir isyana evirmezsek bu erkek dünyada hepimiz boğulacağız, artık buna hiç şüphe yok. Fakat maalesef kadın olmak var oluşun her anına işleyen bir mücadele olduğundan, cümlelerimizi kurmak, seslendirmek de her zaman kolay değil. Kamusal alanda, hiç tanımadığımız bir adamın tecavüzüne uğrarken yeterince bağırmamak bile rızamızın sorgulanması olarak karşımıza çıkabilirken, çok daha “özel” ve dolayısıyla “muğlâk” alanlardaki, çok daha “tanımsız” şiddetleri nasıl ifşa edeceğimiz sorusu yakıcılığını hala koruyor bence.
#sendeanlat ve yüzleşmenin de kadınların omzuna yük olması
Henüz vahşice katledilmemiş kadınlar, dolmuş şoföründen ya da sokaktaki polisten daha özel alanlardaki erkekliği nasıl ifşa edecek? İşte bu kadınların omuzlarındaki en büyük yük gibi geliyor bana.
Kadınlar ailelerini, kocalarını, arkadaşlarını ifşa etmeye başlarsa, kaçı “evet, bu benim erkekliğim, yüzleşmekten hiç gocunmuyorum ve seninle daha eşit bir ilişki biçimini birlikte inşa etmeye gönüllüyüm” diyebilecek. Kaçı dinleyip, anlayacak? O anda aklımıza gelen annem okursa ne der, babam bilirse ne olur, bunu böyle açıkça anlatsam bundan sonra bu üstüme nasıl yapışır gibi binlerce soruyu kafamızdan atabilecek miyiz? Bedenimizin acısını, başka bedenlerin omzumuzdaki yükünden sıyrılıp dünyaya haykırabilecek miyiz? Eril tavırlarını ifşa ettiğimizde de çevremizdekilerin özeleştiri verip bizi sevmeye devam edebileceğine güvenebilecek miyiz? Yoksa ağzımızı açtığımız anda kaybolacak bir sevginin yükünü ve terk edilmeyi, yalnızlığı göze almak mıdır hep, bizim erkekliği dünyaya anlatmamızın bedeli?
Kısacası özelimizde olanları anlatmanın yükünü taşıyabilir miyiz her zaman? Ya da daha doğru bir soru: Bu yük de kadınların yükü olmak zorunda mı?
#sendeanlat bütün muhteşemliğinin; hayalini kurduğumuz, kadınların artık susmayacağı bir dünyaya giden, çok büyük bir adım olmasının yanı sıra bu yükü yine kadında bırakıyor. Ama kendisinden kaynaklanmıyor bu, onun eksiği, hatası değil; erkeklerin suskunluğu ve inkârından kaynaklanıyor. Tüm politik mevzularda ısrarla talep ettiğimiz itirafçıları, hakikat komisyonlarını, yüzleşmeyi erkek dünyasından göremediğimizden, faillerin itiraf etme ve af dileme yükünü de kadınlar yükleniyor. Hem mağdur olmanın hem de faili sürekli işaret etmenin ağırlığını hissedebiliyor musunuz? Bir yanıyla çok sevdiğiniz adamların haksızlıklarını yüzlerine vurup, hakkınızın teslim edilmesini beklerken; aslında çok büyük ihtimalle size sırt çevireceklerini de bal gibi bilmenin ağırlığını…
“Hepiniz o minibüsteydiniz” diyor kadınlar, duyuyor musunuz?
Katliamın artık sessiz kalınamaz olduğu noktada yoğun bir erkek tepkisinin oluşması şaşırtıcı değil. Bunların bir kısmı da AKP karşıtlığından doğru kurulan ve çok yüzeysel bir “kadın haklarına sahip çıkma” refleksiyle oluşuyor olabilir. Fakat galeyan halindeki bu tepkilerin birçoğunun elle tutulur bir yanı olmadığı gibi, maalesef erkeklikle dürüstçe yüzleşen bir tavır da bir elin parmaklarından az. En azından ben –bir yazı hariç- bir erkeğin, kendi erkeklik halleriyle halleştiği bir iç dökme, bir itirafnameye rastlamadım. Erkeklerin 8 Mart yürüyüşüne kendilerini sokuşturma çabasından gayri bir “kendi erkeklikleriyle halleşme” mücadelesinin oluşmasından ve yaygınlaşmasından bahsediyorum.
Çünkü kadınlar maruz kaldıkları türlü erkeklik halini ifşa ederken zaten birçok yük yükleniyorlar. Hem yaşadıkları travmaları tekrar tekrar yaşıyorlar, hem sürekli kendini anlatmaya çalışan bir varoluşa mahkûm oluyorlar hem de birçok noktada yalnızlığı göze almak zorunda kalıyorlar. Ama kadınların yüklendiği bu ağır sorumlulukların yanından failleri hâlâ duyabilmiş değiliz. Dolayısıyla erkeklikle mücadele etmek isteyen erkeklerin de bir ifşa sorumluluğu var; mevcut çabalardan daha yaygın bir ifşa mekanizmasını kurmak ve yaygınlaştırmak. Yani, erkek şiddetini “vahşice katletmek”, “sapıkça tecavüz etmek”, “hunharca öldürmek” alanından daha kapsamlı ele alıp kendilerine sormak: “erkekliğin doğuştan getirdiği iktidarını hangi durumlarda kullanıyorum?”
Her savaşta olduğu gibi (günde 5 kadının öldüğü bu durumu bir savaş hali olarak tanımlamakta beis görmüyorum) tarafların yüzleşmesi, özür dilemesi ve mağdurların affetmesi ya da adil cezaların sağlanması iyileştirici ve kalıcı olan tek çözümdür. Kadınların sonsuz öfkesi bâki kalsın ve kimse bu yazının tonundan sanmasın ki delicesine öfkeli değilim, fakat erkeklerin kendi dünyalarından doğru, gerçekten etkili bir mücadele başlatmadıkları takdirde barışın mümkün olmayacağını ifade etmem gerektiğini hissediyorum.
Kadına şiddete dair duyduğum her haberde, ya da çevremde rastladığım buram buram erkeklik kokan her hikâyede, üstüne basa basa “bin kere doğsam, bin kere de kadın olarak doğmak isterdim” diyorum. Çünkü bu şiddet, bu iktidar, bu inkâr ve sessizlik utanç verici... Bu utançla yüzleşen, kendi erkekliğini yıkıp kendini yeniden inşa etmeye çalışan az sayıda erkekte, iktidarın ve şiddetin kapladığı kocaman karanlığın yerini bambaşka ilişki ve düşünme biçimleri almaya başlıyor. Biliyorum ki hayatlarında başlarına gelen en iyi şey erkeklikle yüzleşmiş olmak ve bu onların hayatını çok zengin kılıyor. Yani erkekliğin dışında da bir hayat mümkün ve çok daha yaşanabilir bir hayat, hepimiz için!
Özetle patriyarka dediğimiz bir pislik çukurunda boğuluyoruz. Maalesef bunun etrafında dönüp durmanın kimseye hayrı yok. Kadınlar kendilerini oradan çıkarmak için kendi mücadelelerini inatla kuruyor ve büyütüyorlar; lakin kadınlara reva mı hep mücadele etmek, hep dert anlatmaya çalışma, hep ifşa etmek, hep yalnız kalmayı göze almak, hep korkmak, hiç güvenememek?
Kusura bakmayın beyler, biz ölüyoruz! Biz tecavüze uğruyoruz, biz susturuluyoruz, biz aynı işi yapıp sizden az maaş alıyoruz, biz bastırılıyoruz, biz sizden daha iyi işler yapsak dahi aşağılanıyoruz, hatta biz sizden daha iyi iş yaptığımızda daha da çok şiddet görüyoruz. Bırakın “bizi doğuran kadınlar” saçmalığını: biz sizi bir ömür sırtımızda taşıyoruz. Artık sizin erkeklik gururunuzla, alınmanızla, gücenmenizle kaybedecek vaktimiz yok. Sizin de bunlardan bahsetmeye yüzünüz olmamalı diye düşünüyorum.
Kadın katliamlarına, erkek zulmüne dur demek için; bunca parçalanmış, yok edilmiş, susturulmuş kadının iyileşebilmesi için, kardeşlerimizi, babalarımızı, kocalarımızı, sevgililerimizi, arkadaşlarımızı iç ferahlığıyla sevebileceğimiz, onlara güvenebileceğimiz ve güne öfkeyle başlamayacağımız bir dünya kurabilmek için; erkeklerin, destekçi kontenjanından çıkıp bu karanlığın özneleri olduklarını kabul etmeleri ve kendilerine düşen yükü sırtlanmaları gerekiyor.
Her gün, her an faydalandığınız erkekliğin köküne kibrit suyu dökmek dışında hiçbir "destek" anlamlı değil, hatta riyakâr ve sinir bozucu. Yani, diyorum ki: “Bırakın erkekliğin etrafından dolanmayı, sadede gelin! Bize erkekliği anlatın beyler!” Çok derdinizse kadınların yaşadıkları, dökün bakalım eteğinizdeki taşları, vazgeçin bakalım iktidarınızdan. Kusura bakmayın, artık o kadar kolay değil bu işler, artık kimsenin, sizin altı boş çabalarınıza “hiç yoktan iyidir” diyecek hali kalmadı.
#sendeanlat diyor bir kadın ve ardından binlerce kadının travması sel oluyor akıyor. Boğulmuyor musunuz o selde? En azından bir ucunda benim de bir erkekliğim olmuştur diye boğazınıza düğümlenmiyor mu sessizliğiniz, inkârınız? #sendeanlat diyen ve tekrar tekrar yükünüzü sırtlanan kadınlara bir #bendeyaptım borcunuz yok mu? Hiç mi faydalanmadınız şu hayatta erkekliğin iktidarından? (BA/ÇT)