Her şey çok ani oluyor. Aynı filmdeki gibi. Bir Pazar öğleden sonra ailecek sakin sakin Toy Story 3'ü izlemeye giderken, aniden karar değiştiriyor, üç boyutlu gözlükleriyle diğer filme giden eşimle kızımdan ayrılıp Christopher Nolan'ın Inception/Başlangıç'ına giriyorum.
Aslında geçen hafta göçmen hizmetleri bürosunda, "Naturalisation and Immigration Service"te geçirdiğim uzun saatlerde (uzun çünkü öyle algılıyorum) televizyonda sürekli bu filmin reklamı gösterildiği için Hollywood'a gıcık olup gitmemeye karar vermiş, ama Limerick'teki atölye çalışmasından dönerken, orada tanıştığım bir mimar çok iyi olduğunu söylediğinden fikir değiştirmiştim.
İşte Grafton ile Parnell arasındaki uzunca yürüyüşte, tam da O'Connell üzerindeyken aklıma geliyor Inception'a gitmek.
Film oldukça hızlı başlıyor. Öyle de sürüyor. Temposu hiç düşmeden. Çıkışta beş katlı sinemanın birinci katındaki pub'da cider'ımı içerken hala sarsılmış durumdayım.
1999 yılında Beyoğlu'nda Matrix'ten çıktığımda her yanımı ateş basmıştı. Bu öyle değil. Etkisi dıştan ziyade içte. Matrix (Kubrick'in 2001'i ve Renders'ın Thomas in Love'ı ile birlikte) doktora tezimin parçası olmuş, 2004'e kadar sanal gerçeklik kavramı üzerine uğraştığım film haline gelmişti.Inception benim için o kadar uzun soluklu olur mu bilmiyorum ama sanırım beni uzun zamandır en çok etkileyen film. Belki Matrix'ten beri. Çok boyutlu, çok katmanlı filmleri seviyorum.
Bizimkiler, Butlers Chocolate Cafe'nin oldukça buruşuk kağıt poşetine barmenin tükenmez kalemiyle yazdığım bu satırların tam da bu noktasında -ki eşim bir pint (568ml) siyah Guinness birasını çoktan bitirdi- benden umudu kesip oyuncakçıya gitmeye karar veriyorlar.
Beni filmlerin en çok mekanları ilgilendiriyor/etkiliyor. Bu bağlamda belki birkaç detay dışında Inception çok da ilham verici değil. Binalar başka aksiyon filmlerinde görebileceğimiz sıradan mekanlar. Ev, otel, ofis... Hatta tamamen bilinçaltına yönelik olarak mimar eliyle tasarlanmış mekanlar da sıradan. Mekanları ilginç kılan filmi de ilginç kılan fikir.
Yani bir (kaç) düşün içinde olmamız. O yüzden otel ilginç hale geliyor çünkü bir noktada yerçekimini -ve bildiğimiz gerçekliği- kaybediyoruz. O yüzden kent ilginç hale geliyor çünkü bilgisayar terimiyle kenti -koskoca kenti- mirror'layınca kentin ayna simetriğini gökyüzünde görebiliyor, oraya -öteki boyuta- gidebiliyoruz.
O yüzden hafızamızda yer alan evler ilginç çünkü hayatımız boyunca yaşadığımız evleri -Amsterdam'da yan yana sıralanmış kanal evler gibi- suyun üzerinde yan yana görebiliyoruz.
Yaşamış olduğunuz tüm evleri düşünün. Bu benim için oldukça sürreel çünkü 4 ülkedeki 6 şehirdeki 12 ev söz konusu. Onları yan yana düşünmek ürkünç.
Bir ülkeden diğerine taşındıkça insan o ana kadarki yaşamı bıçakla kesilmiş gibi hissediyor. Sıfırdan yeni bir yaşam inşa etmeye başlıyorsunuz. Daha önce hiç bir şey olmamış gibi. Öncekiler var olmamış gibi.
Ama varlar, benim içimde, bilincimde, bilinçaltımda. Kimse -derinlerde- içimizde neler olduğunu bilmiyor. Film tam da bu kavramları sorguluyor. Al işte Michael Jackson şarkıları çalıyor. Birazdan Sezen Aksu başlarsa bunun bir düş olduğuna inanacağım.
90'lardan beri gerçeklik-sanallık meseleleri ilgimi çekiyor. Bilgisayar ve İnternet'le adeta paralel bir evren yarattığımız şu zamanlarda bu konuları düşünmemek zor. (Queen'den I want to break free başladı.) Kapıyı popüler kültüre belki de Matrix açmıştı. Inception ise sanallık kavramını başka, daha bildik bir boyuta taşıyor. İşe (düş makinesini saymazsak) ne bilim kurguyu (her şeyin müthiş fantastik olmasını saymazsak) ne de fanteziyi karıştırmadan üstelik. Sanırım beni en çok bu etkiliyor.
Filmde her şey gerçek. Çünkü düşler gerçek. Ve biz düşlerde olanları olduğu gibi kabul etmeye razıyız. Uyurken bilinçaltımızdan çıkan irili ufaklı fikir parçacıklarının en olmadık biçimlerde bir araya gelmesine hazırız. Bunda akıldışı bir durum yok.
Sadece bir düş, değil mi? Ya değilse? Filmin mimarı ve mimarlığı kullanarak beyaz perdeye yansıttığı fikirler ilginç. Cobb ve Mal'ın yaşlanana kadar 50 yılda inşa ettikleri düşsel yeni-Manhattan da etkileyici. Ama filmi asıl başarılı kılan -aslında Matrix'ten hiç de farklı olmayarak- sorduğu basit soru.
Gerçek nedir? Üstelik bunu bizi uzaya ya da siberuzaya taşımadan, yanıbaşımızda, düşümüzde yapıyor.
Bu noktada düşünmeden edemiyorum. Neden beni böyle filmler etkiliyor. Bir ara her konferansta Thomas in Love (internet, sanallık, agorafobi) üzerine bir makale sunuyordum.
2005'te Thomas Elsaesser bana bu filme neden taktığımı sorana kadar. Onu şimdi yanıtlayabilirim sanırım. Her şeyin kafamızda olduğuna inanıyorum, ve ne düşünüyor, ne hissediyorsak onun bizim gerçekliğimiz olduğuna.
Şu anda burada bulutlu, yağışsız Dublin göğüne bakarken mutlu ya da mutsuz olabilirim. Ne hissediyorsam o benim gerçekliğim. Sadece kafamın içinde olsa da, bu, buradan çıkınca kendimi bir taksinin altına atmakla oyuncakçıya gidip kovboyla astronotu konuşturmak arasındaki seçimimi etkiliyor.
Ama zaten belki de kırmızı bir jölenin içinde yatıp bütün bunları hayal ediyor ya da düş görüyorum. (GKE/TK)
* Gül Kaçmaz Erk, Yrd. Doç. Dr., İzmir Ekonomi Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi.
* Christopher Nolan'ın filmi Inception, Türkiye'de yarın (30 Temmuz Cuma) gösterime giriyor.