Ne zaman Türkiye’deki Ortodoks Rum azınlıktan bahsedilse 1923 Yunanistan-Türkiye Nüfus Mübadelesi, 6-7 Eylül Olayları, 1964’te Yunanistan pasaportlu İstanbul Rumlarının sınır dışı edilmesiyle başlayan göç dalgası, demografi, eğitim ve vakıfların durumu gibi bir dizi tarihi, sosyopolitik ve hukuki sorundan söz edilir.
Bu başlıklara ilişkin anılarda, biyografilerde, belgesellerde ve hatta bazı bilimsel yayınlarda geçmiş yıllara yapılan tatlı-buruk güzellemeler, çok kültürlü mozaik nostaljisi, folklorik öğe ya da miras haline getirme karşımıza çıkabiliyor. Bu, diğer azınlık toplumlarına ait çalışmalar için de geçerli. Örneğin “Bizim mahallede Barba Hristo vardı. Bir meze yapardı, parmaklarımızı yerdik. Hey gidi!” ya da “Nereye gitti o güzelim Ermeniler, Yahudiler?” aşinası olduğumuz cümlelerdir.
Tarihi olaylardan bahsederken gerçeklik örgüsü kapsamında olayların yıkıcılığı ve travmatik boyutu nedeniyle duygusal tonlamalara yer verilmesi elbette gerekli olabilir. Ancak bunun makul ve ölçülü olması yani azınlık toplumlarını, tarihin bir yerinde kalan uzak “nesne”den, anın içindeki gerçek ve tüzel kişileriyle günceli paylaşan “özne” haline getirmesi gerekir.
Bu nedenle geçmişin güzellemelerini mevcut pratiklerle zenginleştirmek gerekir. Aksi halde, bahşetme kültürünün ögesi haline gelen “hoşgörü” kavramına yaslanma tehlikesi ortaya çıkabilir.
Azınlık toplumlarına genel ilginin ve yayınların artması, daha sık toplantı-panel düzenlenmesi uzun bir süredir ilgimi çekiyordu. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hatalara düşmeme çabasıyla, Türkiye’deki Rum Ortodoks nüfusun bir kısmını barındıran İmroz’a -1970 yılındaki bir kararnameyle adı Gökçeada’ya dönüştürülen Türkiye’nin en büyük adasına- gitmeye karar verdim.
Adalılara dokunmak
1920’lerde yaklaşık 9000, 1960’lı yılların ortalarına kadar yaklaşık 6000 Rum nüfusa sahipken gün be gün eriyen bu nüfusun şimdilerde 300’ün altına düşmesi, ilkokulun 49 yıl sonra yeniden eğitim-öğretime başlaması, adadaki mimari varlıklar, bir zamanlar Türkiye’nin en büyük köyü olan Dereköy’ün (Shinudi) şimdiki durumu merak ettiğim başlıca konulardı.
Ama adadaki her adımımda başka bilgiler edineceğimi, adanın yakın tarihini daha iyi öğreneceğimi, adalılara “dokunacağımı” da hissediyordum. Geçmişe yönelik suçluluk duyguları, ikilemler, geleceğin nasıl inşa edilmesi gerektiği gibi hususlar beynimde fink atarken son feribotla gece yarısı İmroz’a geldim.
1990’lı yılların ortalarından itibaren adada turizm faaliyetleri ve teşvikleri artmasına rağmen adanın büyüklüğü, yüzde 80’lere varan dağlık yapısı, anakaradan uzaklığı gibi faktörlerin adanın yekpareliğini engellediğini ve adadaki köylerin özgün yapılarını korumasına yol açtığını fark ettim.
Evleriyle, okullarıyla, camileriyle, kiliseleriyle, mezarlıklarıyla, koylarıyla, kekik kokularıyla adanın mimari ve doğal güzellikleri, bütün Ege adaları arasında tatlı su rezervleriyle ilk beşte yer alması, özellikle Yenibademliköy kazılarıyla ada tarihinin M.Ö. 5000’lere kadar uzanması da elbette ilgi çekiciydi. Ama acaba tarihin ve politikanın yükünü taşıyan adalı Rumların şimdiki hayatı nasıldı?
1923 Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinden İstanbul ve Bozcaada Rumları gibi İmroz Rumları da muaf tutuldu. 1949 tarihinde Karadeniz Bölgesi’ndeki heyelan sebebiyle devlet teşvikiyle adaya göç edenlere ek olarak 1970’li ve 1980’li yıllarda yine heyelan, baraj yapımı gibi nedenlerle ev ve arazilerini kaybeden Muğla, Burdur, Isparta, Çanakkale ve Karadeniz Bölgesi’nden insanlar adaya göç etti ve yeni köyler kuruldu.
1964 yılında patlak veren Kıbrıs krizinden dolayı yapılan yasal değişiklikler, adadaki Rumların İstanbul’a veya Türkiye dışına göçünün başlangıcı oldu. 1970’li ve 1980’li yıllarda da göç devam etti. Böylece 1964 yılından itibaren demografi dramatik biçimde değişti.
Zeytinliköy’de Kosta Bey
Yaz aylarında Zeytinliköy’de (Ayii Theodori) yaşayan ve kahve-tatlı dükkânı (καφενές: kahve yeri) işleten Kosta Bey de yukarıda anlatılanları teyit etti. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un (Dimitrios Arhondonis) da doğduğu bu köyden 1975’te ayrılıp Selanik’e gitmiş Kosta Bey. Hem eğitimi hem de aile büyükleri gittiği için. 2012’ye kadar hiç gelmediği adada şimdi bir evi ve eskiden köy bakkalı olan kahve dükkânı var.
Güleryüzlü ve candan Kosta Bey, 1971-1972 eğitim-öğretim yılına ait siyah-beyaz okul fotoğrafını tutarak “İşte ben arka sıradayım. Gülen çocuk… Şu arkadaşım Atina’da, şu Avustralya’ya gitti. Şu da New York’ta.” diyerek özenle sıralıyor. Yunanistan’daki kriz, adaya dönüşünde etken olsa da geçmişe özlem, hafızanın tazeliği de kendini belli ediyor. “Kötülükler politikacılardan kaynaklanıyor. Halkları kışkırtan onlar. Yoksa halklar arasında sorun yok” diyor. Bu görüşü eksik bulsam da kafa sallıyorum.
Neden tüm yıl adada yaşamadığını sorunca çocuklarının Selanik’te olduğunu belirtiyor. Adalı Rumların gayrimenkullerle ilgili hukuki sorunlarından söz açtığımda fazla konuşmak istemiyor ve kendisinden daha büyük olan ve yaz-kış adada yaşayan Yorgo Bey’e sorabileceğimi belirterek konuyu ustaca savuşturuyor. Ama kendi evi ve dükkânıyla ilgili bürokratik işlemleri adalı bir Türk arkadaşının yardımıyla yaptığını ve bir sorun çıkmadığını da ekliyor.
Kosta Bey, müşterilerine dibek kahvesi yaparken aklıma şu soru geliyor: “Bir İmrozlu olarak 27 yıl kesintisiz Selanik’te yaşadınız. Orada hemen topluma kabul edildiniz mi? Yoksa kendinizi kabul ettirmeniz mi gerekti?”
Kosta Bey birkaç saniye düşünüyor, yüzü hafifçe düşüyor: “Siz artık Türk gibi olmuşsunuz diyenler olmadı değil. İmroz’dayken de “gâvur” diyenler oluyordu. Arada kalmışlık zor ama artık aşılıyor bunlar.” Evet, arada kalmışlık…
Konuştuğum Rumların hepsinin ya bizzat söylediği ya da düşünceleriyle açık ettikleri bir halet-i ruhiyenin özetiydi arada kalmışlık. Homojen Türk ulus-devlet inşasında pratiği zorlayan, engel çıkaran yer de İmroz’du; Helenizm’in ideal vatan sınırlarına katmakla yanıp tutuşurken sıradan bireyin psikolojisini es geçtiği yer de. Ne Türk ne Yunan hükümetleri bilip umursardı, örneğin Zeytinliköy’deki iki yaşlı Rum kahvecinin, müşteri kapma yarışı yüzünden neredeyse küs olduğunu. Çünkü Rum veya Türk kimliğinden tamamen azade bu insani durum, politikaya dokunmuyordu.
Kosta Bey’in yanından ayrılırken eliyle köyün girişini gösterdiğini fark ediyorum: “İşte ben o okulda bitirdim ilkokulu. Uzun yıllar sonra bugün tekrar eğitime başladı o okul. Biliyor musun?”
Evet, biliyordum. Yaklaşık 100 kişinin katıldığı ve TRT ile Yunanistan’dan Alfa TV’nin çekim yaptığı bir törenle, Aya Todori İlk Mektebi’nde -resmi adıyla Özel Gökçeada Rum İlkokulu’nda- 49 yıl aradan sonra 16 Eylül 2013 Pazartesi sabahı 4 öğrenciyle ders zili çalıyordu. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı, Ocak 2012’de Tepeköy (Agridia) İlkokulu’nun açılmasına karar vermiş; ama daha sonra Zeytinliköy’deki okul restore edilip açılmıştı. Rumların, Tanzimat’tan bu yana okullaşmaya, eğitime verdikleri önemin bir başka nişanesiydi bu okul.
Aynı gün tüm Türkiye’deki okullarda yeni eğitim-öğretim yılının başladığını hatırlayarak Türk ve Yunan eğitim sistemindeki dışlayıcı milliyetçilik enjeksiyonlarının, önyargı ve paranoya eksenli reflekslerin yok olmasını ve milliyetçilik özeleştirilerinin yapılmasını diledim.
Hristo’nun katkısı
Zeytinliköy’den ayrılıp Tepeköy’e (Agridia) gitmeye hazırlanırken bir şarapevi dikkatimi çekti. Mekânda çalışan genç arkadaş, adanın merkezinde (Panayia) hemen fark edilen üniversite öğrencilerinden biriydi. Adada, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne bağlı Gökçeada Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu ve Gökçeada Meslek Yüksekokulu olduğunu ondan öğrendim.
Türkiye’nin güneyindeki bir şehirden gelen, adanın tarihi hakkında bilgisi olan ve klasik milliyetçi refleksleri olmayan bir arkadaştı. Zeytinliköy’deki bazı Rum vatandaşlarla iyi ilişkileri olduğundan bahsediyordu ki sayıları 10’u geçmeyen adalı Rum gençten Hristo, mekâna gelip sohbetimize dahil oldu. Balat’ta doğup büyüyen Hristo, aslen İmrozlu olduğunu ve adayı çok sevdiğini, anneannesi ve babaannesine baktığını, biraz da zeytincilik yaptığını söyledi.
Aşırı rahat tavırlarıyla, sohbet tarzıyla, atıf yaptığı müziklerle Türkiye’nin her yerinde rahatlıkla karşınıza çıkabilecek olan Hristo’nun, sohbete katkısı olamayacağını düşünmeye başlamıştım ki ilginç bir noktaya parmak bastı:
“En çok neye gülüyorum biliyor musun? Ayii Theodori’ye (Zeytinliköy) gelenlerin bir kısmı, “Ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz. Sakızlı muhallebiniz harika. Rumlar çok şirin insanlarmış.” cümlelerinden öteye gidemiyor.” Hristo da folklorik güzellemeleri bir yere kadar kaldırabiliyordu. Sayılarının azaldığı bir gerçek olan Rumların idealleştirilerek keşfi, bir yerlerden sırıtıyordu.
Tepeköy dile geldi
Tepeköy’e geldiğimde, adadaki hemen herkesin tanıdığı Barba Yorgo’yu buldum. Adadaki ilk ve tek Rum tavernasının işletmecisi. Bağındaki üzümlerden kendi şaraplarını üretiyor. Üniversiteyi İstanbul’da okumuş. Adalı Rumların, son yıllardaki kazanımlarını da ima ederek “Yorgo Bey, İmroz eskiden mi daha iyiydi şimdi mi” diye soruyorum. Sorumu ya muğlak ya da anlamsız bularak “Tartışılmaz” diyor maziyi işaret ederek. Israrla şimdiyi merak ediyorum: “Peki ya şimdi?” Oturduğu yerden aşağıdaki geniş zeytinliklere bakarak “Son 50 yıl ada için kayıptır” diyor. Yorgo Bey, kısa ve öz konuşuyor.
Kışları Atina’da, yazları Tepeköy’de yaşayan 70 yaşındaki Mihail Bey, 1964’te Rumca eğitim durdurulunca ne yapacaklarını şaşırdıklarını belirtiyor. Adanın çok geniş olmayan tarım alanlarından en verimlilerini barındıran Dereköy’deki (Shinudi) büyük bir alanın 1965’te kamulaştırıldığını ve buraya Tarım Açık Cezaevi inşa edildiğini de söylüyor. Mahkûmların, Türklerin ve Rumların evlerine kadar girmesi, cinayet, tecavüz gibi hadiseler yaşanmış. Cezaevi, 1992’de kapatılana kadar adanın huzurunu epey kaçırmış.
Kısa bir araştırmayla adadaki kamulaştırmaların bununla sınırlı kalmadığını, Rumların adayı terk etmesi de fırsat bilinerek 1965’ten sonra Devlet Üreme Çiftliği, Askeri Birlikler, Tabur Sahaları kurmak gibi amaçlarla kamulaştırmaların devam ettiğini öğreniyorum.
Adanın ıssız köyü
Son durağım Dereköy (Shinudi) ise adanın en ıssız köyü. Zamanında sineması olan, 50-60 yıl önce Türkiye’nin en kalabalık köyü olan Dereköy’de yıkık veya terk edilen evler olduğu gibi yeniden yapılan evler de var. Adada yaz-kış ikamet edenler de tahminimden daha çok. Adada Yunanistan plakalı araç en çok Dereköy’de karşıma çıkıyor.
Büyük ve bakımlı bir kilise, büyükçe bir mezarlık var köyde. Dereköy’deki Rumların sayısını sorduğum ve Karadenizli olduğunu öğrendiğim bir adalı, “Biz sayıyı bilmeyiz, onlarla çok bir ilgimiz yok. Bu köyde Türk de var, Kürt de var, Rum da var. Birlikte yaşıyoruz işte.” dedi. Hafifçe gülümseyip yanından ayrıldım.
Dereköy’den ayrılıp kaldığım yer olan Yenibademli Köyü’ne döndüm. Köyün neredeyse tamamını oluşturan ev pansiyonlarından birinde kalıyordum. Sabah erken kalkıp ilk feribotla anakaraya dönecektim. Sabahın serinliğinde bindiğim feribotta aklıma takılan bir hususun İmroz için de geçerli olup olmayacağını düşündüm: Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde Kıbrıs krizinden önce de sonra da “mütekabiliyet” hep masada tutulan, her iki ülkenin azınlıklara yaklaşımında öne sürdüğü bir kart olagelmiştir. Acaba İmroz Rumları için de bu durum geçerli midir?
Açıkçası adanın yakın tarihi, İmroz’un bundan muaf olmadığını bize kanıtlamakta. Nasıl ki Batı Trakya Türkleri, İstanbul ve Bozcaada Rumları bu dertten mustaripse İmroz Rumları da aynen mustarip.
Umarım yakın gelecekte Türk ve Yunan hükümetleri, mütekabiliyet çerçevesinde hak anlayışından, hukuk devletinin gereği olan hak anlayışına kesin olarak geçerler. Halkların, geçmişleriyle yüzleşip geleceğe dönük barış sürecini inşa etmesi ve azınlıkların içe kapanıklığı kırması ne kadar gerekliyse devletlerin hukuki ve siyasi altyapılar oluşturarak halkların sağduyusundan geri kalmaması da o kadar gerekli. (GÖ/YY)
Fotoğraflar: Göktürk Öcal