Bugünü kavrayabilen, alternatif oluşturabilen yeni bir sol düşünüş, "İmparatorluk" benzeri çalışmaların ardından ortaya çıkacaktır. Bu yalnızca bir başlangıçtır, son değil.
Bu yazıda kimi başlıklarla Hardt ve Negri'nin çalışmasını ilişkilendirmeye, ele almaya çalışacağım.
Toplumun kuruluşu ve paradigma
Öncelikle toplumsalı bir "oluş" olarak ele almak gerektiğini düşünüyoruz. Toplumsalın bir "oluş" olarak kabul edilmesi, onun çatışma-denge, süreklilik-kopuş, dağılma süreçlerinde farklılaşan bir bütünlük olarak ele alınması anlamına gelir. Bunun başlıca sonucu, toplumsalın tarihsel süreçte ele alınması ve onun ne olduğunun araştırılmasından çok, "nasıl olduğu"na yönelmemizdir.
Toplumsal, kapsadığı kişilerin ilişkileri ve bütünlüklerin etkileşimleriyle varolur. Bizzat bu etkileşimin sonucunda ortaya çıkan "toplumsal oluş"un bunlar dışında yasaları, nesnel belirleyeni yoktur.
Toplumsalın çözümlenmesinde kullanılacak bir diğer temel mantık ise, onun virtüel bir gerçeklik olarak ele alınması olacaktır. Kabaca "şimdiki zamandaki olası gelecek zamanlar" olarak açıklayabileceğimiz virtüel gerçeklik bizi temel bir sonuca ulaştırmaktadır. Kendi içinde birden çok (olası) geleceği taşıyan toplumsal oluş, tek boyutlu bir değişim süreci izlemez, aksine (birden çok faktörün etkinliğinde) virtüel-reel-virtüel sürecini izler. Birden çok olası (potansiyel) geleceğin varlığı, ancak birden çok belirleyen faktör sözkonusu olduğunda mümkündür. Buna bağlı bir çözümlemede baskın faktörlerin etkileşiminden söz edilebilse de, deterministik bir anlayışa indirgenemez.
Değişme süreci, toplumsalın kurulması-sürekli yeniden üretilmesi içinde ele alınarak çözümlenebilir. Kuruluştan kastımız, veri dönemde toplumsalın belirli bir karakteristik, ilke temelinde yeniden üretilmesidir (sf. 20). Bunu paradigma kavramı ile ilişkili bir şekilde düşünebiliriz.
Toplumun ekonomik alan üzerinden ve ona bağlı olarak örgütlenmesi kapitalizmin temel karakteristiğidir. Para ilişkileri dışında bir önermenin çoğu, zaman anlamsız bir şeymiş gibi şaşkınlıkla karşılanmasının ve hatta kimi kapitalizm karşıtı olma iddiasındaki önermelerin ekonominin daha iyi yönetilmesine, geliştirilmesine talip olması, paradigmanın etkinliğini gösterir.
Hardt ve Negri, "İmparatorluk" adlı çalışmalarıyla bugüne kadar oluşan birikimden de yararlanarak bütünsel bir çözümleme yapmaya çalışmıştır. Bu anlamda "İmparatorluk" önemli bir çalışmadır. "Yapmak istediği şey" yani modern paradigmadan kopuş ve postmodern paradigmanın aşılması, bize doğru bir yönü göstermektedir.
Bu yazıda otoriterliğin eleştirisi, hiçbir yerin olmamasının otoritesine yerini bırakır. Şimdi de yaşamanız, sürekli uyum sağlamanız istenir. Böyle bir uyumu mümkün kılacak süreksizlik ve parçalanma, postmodern paradigmanın temel kavramlarıdır. (sf. 373)
Her iki paradigmada da sürüklenmenin, kişinin etkinliğinin yok sayılmasının farklı formları karşımıza çıkar. Toplumun kuruluşu her iki paradigmada da etkin insan'ın dışında gerçekleşir.
Toplumun kurulması ve yeniden üretilmesi;
Kapitalist toplumun temel karakteristiği, toplumsalın kuruluşunun ve yeniden üretiminin ekonomi dolayımıyla gerçekleşmesidir. Piyasa ekonomisi ölçüleri, toplumsal içindeki kişilerin yapabilme güçlerinin kaynağını oluşturur. Siyasal, kültürel, dinsel, gündelik yaşam alanları giderek ekonomi dolayımıyla gerçekleşir. Bu nedenle kapitalist karakterdeki bir toplumdaki değişme sürecinin izlenmesi, toplumsallığın yeniden üretiminin piyasa dolayımıyla ilişkisine özel bir dikkati gerektirmektedir.
Toplumun kuruluşu ise, aşkın bir süreç değildir. Bu anlamda piyasa, toplumu kurmaz, bizzat gerçek insanlar ve bu insanların oluşturduğu toplumsal ilişkiler kurucudur. Toplumsala egemen olan paradigma, belirli bir karakterdeki kuruluşu "güdüler". Bu çerçevede piyasa ekonomisi çevresinde örgütlenen kapitalist toplum, ancak kendisini güdüleyen paradigmanın ve bununla uyumlu fiziki iktidarın egemenliği süresince varlığını sürdürebilir.
Bir çözümleme yöntemi olarak değişme sürecinde, bu gerçek insanların ve onların oluşturduğu bütünlüğün izini sürmek açıklayıcıdır. Bu şu anlama da gelmektedir; değişmeyi "nesnel olarak kodlanmış" insan grupları, sınıflar üzerinden açıklamak, kurucu insanın izinin silikleşmesini beraberinde getirir ve giderek aşkın bir değişme süreci tahayyülü üretilir.
İç ve dış;
Toplumun kuruluşunun temel karakteristiği herşeyin tamamıyla kendisine indirgendiği bir açıklama kaynağı olarak kabul edilemez. Kapitalizmin içselleştirme eğilimi kendinden önceki tüm sistemlerden nitelik olarak farklı olmasına rağmen, içinde bulunduğumuz dönem için de bu geçerlidir. Kapitalizmin günümüzdeki değişimi (ki bunu postmodernleşme olarak ta adlandırabiliriz) içselleşmenin ileri noktasını ifade etmektedir. Ancak, bunun da sürecin başlangıcında olduğu ve farklılaşma potansiyelleri taşıdığı unutulmamalıdır.
Tarihin bir yönü olduğuna ilişkin metafizik açıklamayı benimsemediğinizde, postmodern kapitalizmi de kaçınılmaz olarak görmeniz mümkün değildir. Modern kapitalizme geri dönüş olanaklı değildir. Ancak sistemin kendi temel karakteristiğini koruyarak (postmodernlikten) farklılaşması olanaklıdır.
İçselleşmenin en uç ifadesi, temel kuruluş karakterinin (kapitalizm için bu piyasa ekonomisidir) toplumsalın tüm diğer alanlarını içinde eriterek yok etmesidir. Piyasanın herşeyi kendi üzerinden dolayımlama eğilimi, bu uç aşamaya doğru sürekli bir itki ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizm ile toplumsalın diğer alanları arasındaki gerilimin kaynağı burasıdır. Günümüzde hala bu gerilim vardır ve kapitalizm karşıtları için çıkış kapısı da burasıdır.
Hardt ve Negri'nin dışarısının kalmadığına yönelik vurgusu iç-dış kavramlarına yönelik bir kaymanın olduğunu göstermektedir. İç ve dış'ın tanımı, sistemin temel karakteristiği olan piyasa üzerinden yapılmalıdır. Kapitalist egemenlik dışında bir alan kalmamışsa, bu alternatifler için de varolma alanı kalmamış demektir.
İçselleşmenin tam olarak gerçekleşmesi pürüzsüz bir piyasa toplumu anlamına gelir (sf. 341, 398). Çünkü içselleştiren; kapitalist karaktere göre kurulan ve sürekli yeniden üretilen toplumsallıktır, kapitalizmin de içinde sürüklendiği nesnel bir değişim süreci değildir.
İzlerini başka kimi başka atıflarda da (küreselleşmenin ilerici olması, Hindistan, içsel aşma, ) görebileceğimiz gibi, modern paradigmanın bir uzantısı olarak kabul edilebilecek (ve Marksist gelenekte de sıkça karşılaştığımız) bu savrulmanın "imparatorluk" adlı çalışmada da kısmen sürdüğü ve bu noktada tam bir kopmanın yapılamadığı söylenebilir. (sf. 68)
Gündelik hayat
Bu noktada gündelik hayata ilişkin küçük bir pencere açmak gerekmektedir. Gündelik hayatın, paradigma yada iktidar tarafından tam belirlenemezliği, onu toplumsalın kurulmasının aşkın veya nesnel alanı olarak ele almamızı gerektirmez. Gündelik hayat, tarihsel olarak taşınan ya da özgün (belki marjinal) toplumsal koşulların ve bunlara bağlı anlam dünyalarının, farklı yaşam kurgularının üreme-yaşama olanağı bulduğu yerdir. Bunu tarihsel boyuta da sahip bir saklama kabı olarak düşünebiliriz.
Gündelik hayatın deneyimlenme sıklığı ve çeşitliliği, farklılıkların kaynağıdır. Her an, her saat yeni, farklı kurguların keşfedildiği, baskınlaştığı zemindir.
Bu, farklı kurguların varlığını, korunmasını olanaklı kılsa da toplumsalın yeniden üretilmesinde tek başına belirleyen olamaz. Merkezi otoritelerin varolduğu koşullarda toplumsalın kurulması ve yeniden üretilmesi gündelik hayattan iktidarın yapılarına/araçlarına değin içiçe geçmiş faktörlerin etkinliğinde belirlenir. Gündelik hayatın içinde yaşayan kurgular, ancak egemenliğin araçlarıyla donandığında, organize olduğunda toplumun yeniden üretiminde etkin olabilir.
Egemenlik (bundan kastım fiziki iktidar ile paradigma bütünlüğüdür) ile gündelik hayatın çoğulculuğu, birbirinin tersi etkinlikte bulunur. Egemen karakteristik toplumun yeniden üretilmesini sürekli güdüleyerek belirlemeye çalışırken, gündelik hayatın çoğulculuğu ile çatışır.
Gündelik hayat dışarısıdır. Bugüne değin tam kapsanamayan, farklılıkları içinde taşıyan, üretendir. Tüm kurguların, egemenliğin sınandığı, gerçekleşerek farklılaştığı yerdir. Piyasanın en adil dağıtım sistemi olduğu iddiasının işsiz milyonlarca insanın öfkeli bakışlarında parçalandığı, kapitalizmin ilerletici bir şey olduğu fikrinin emekli kuyruklarında çürüdüğü yerdir...
Biyo-iktidar, egemenliğin postmodern tarzda gerçekleşmesini ifade eder (sf. 48). Günümüzdeki tehlike yüksek teknolojiye sahip silahlar kadar egemenliğin gündelik hayata sızma karakterinden kaynaklanmaktadır. Modern kapitalizm bedenlerimiz üzerinde söz hakkı talep ediyordu, postmodern kapitalizm ise varlığımız üzerinde... Marshall Berman'ın "katı olan herşey buharlaşıyor"u bir çığlık olarak kabul edilirse, bu tinsel varlığımıza yönelik saldırıya karşı atılmış bir çığlıktır...
Marcos'un lirik dili, bu saldırıya karşı doğru seçilmiş bir silahtır...
Çokluk ve dışlananlar
Kapitalizmin de içinde bulunduğu nesnel bir değişim sürecinin varlığı anlayışı, ilerlemeci düşünüşle yakın bir ilişki içindedir. Bu, kapitalizmin ve onun yol açtığı değişimlerin ilerletici olduğu şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizm bu aşkın değişmenin uğrağı olarak bir sonraki sürecin öznelerini üretmektedir. Bu çerçevede baktığımızda, kapitalist sistemin (nitelik olarak gelişmiş, varolan sistemin vazgeçmekte zorlanacağı) görece ileri proletaryası, sonraki sürecinde asli öznesidir.
Hardt-Negri'nin çalışması da çokluğu tanımlama kriterleri ile bu düşünüşü sürdürmektedir. Çokluk, üretim ilişkileri içinde aldığı yere göre tanımlanır. Enformasyona dayalı üretimde yer alan proletarya, yeni kuruluşun da öznesi olarak kabul edilir. Onu geleneksel proletaryadan ayıran başlıca özelliği mekansızlaşması ve bilgi üretiminin merkezinde yer almasıdır. (sf. 403)
Postmodern kapitalizmin karakteristik görüntüsü, esnek-parçalanmış üretim' dir (sf. 308). Üretim sürecindeki parçalanma "iş"in süreksizleşmesi sonucunu doğurmaktadır. Farklı ülke sınırları içindeki, farklı bölgelerdeki, farklı atölyelerdeki işgücünün merkez üretim - montaj noktasına göre rakip haline getirilmesi, parçalanmanın temel amacıdır. Böyle bir amaç, sermaye ve malların sınırsız dolaşımı koşullarında işgücünün sınırsız dolaşımını gerektirmez. Aksine güvenlik aracına dönüştürülen devletlerin sınırları farklı ülkelerdeki işgüçlerinin rakip hale getirilmesini kolaylaştırır. (sf. 400)
Gideceğiniz bir yer yok, yalnızca bugün var
Sermaye güdümlü kimi uluslarası anlaşmalarda (GATTS) şirket personeline dolaşım serbestliği tanınmasına yönelik maddeler bulunmaktadır. Ancak böyle bir maddenin kilit ve sürekli istihdam edilen personel dışında bir yönelim olarak yorumlanmasının zorlama olacağını düşünüyorum.
İş'in süreksizleşmesi, dönemlik ve sözleşmeli hale gelmesi bu durumdaki işgücünün sistemle ilişkisini istikrarsız hale getirir. İş güvencesinin olmaması, uzun vadeli bir gelecek tasarımını (Amerikan rüyası vb.) olanaksızlaştırır. Geriye şimdinin yaşanması dışında bir şey kalmaz (sf. 351, 337). Modernliğin öne sürdüğü argümanlar, bu noktada sistem için işe yaramaz hale gelir. Postmodernliğin önerdiği de bunu destekler niteliktedir; gelecek, gideceğiniz bir yer yok, yalnızca bugün var. Yani varolan koşullar, yaşadığınız hayat, normaldir ve tek gerçektir!
İş'in süreksizleşmesi, bütün işgücü için geçerli değildir. Sürekli istihdam edilen, bilgi üreten bir kesim bunun dışındadır. (sf. 403)
Bu kesim üzerinden bir gelecek tasarlanabilir mi? (sf. 351) Bu kesim üzerinden tasarlanacak gelecek; parçalanmış üretimden zarar gören emekçileri, sözleşmeli çiftçiliğin köleleştirdiği köylüleri, bu politikaların sonuçlarından zarar gören emeklileri, üretim sürecinden dışlanan işsizleri, insanlığın haritasında yer almayan Afrika kıtasını ne kadar kapsayabilir? Dışlanan bu çoğunluğu değil de, bilgi üreten nitelikli bir proletaryayı temel alan politikalar "başka bir dünya"yı kurabilir mi?
Esnek-parçalanmış üretim, üretimin global ölçekte yayılması, sermayeye ve mallara sınırsız dolaşım tanınması; dünyada giderek büyüyen bir dışlanma yaratmaktadır. Dışlananlar, salt üretim ilişkilerinde yer aldıkları konumla tanımlanamaz. Ancak sistemle kurdukları ilişki üzerinden tanımlanabilir. Emekliler, ev kadınları, Bergama köylüleri ve yaşamayı olanaksız kılan koşullardan kaçan mülteciler de küresel karşı çıkışın özneleridir. Ve bu kesimler sistem dışı oldukları ölçüde öznedirler.
Emperyalizm-emperyal
İmparatorluk daha çok bir "politik teori" çalışması olarak görülebilir (sf. 34, 251). Bu çerçevede (kimi eleştirin e odaklandığı gibi) tartışma, emperyalizm-emperyal düzeyine kaymaktadır. Çalışmada toplum teorisine ayrılan bölümler bulunsa da bunun genelde ikincil olarak algılandığı söylenebilir. Ancak bizce toplum teorisine ilişkin yaklaşımı, kitabın adına yansıyan tartışmanın temelini oluşturduğu için merkezi önemdedir.
Bu çerçevede emperyale ilişkin çözümleme bir sonuçtur. Kapitalizmin bir gelişme sürecinde ele alınması (sf. 250) , toplumun kuruluşunda paradigmanın rolü, egemenliğin nasıl kurulduğu ve yeniden üretildiğine ilişkin tartışmanın bir sonucudur.
Tartışmanın ayrıştırıcı bir yönünü Wallerstein'ın yaklaşımıyla "imparatorluk"taki yaklaşımın karşılaştırılmasından bulabiliriz (sf. 32). Wallerstein, tarihsel sistem kavramlaştırması ile her sistemin doğuş-gelişme-ölüm sürecini izlediğini öne sürmektedir. Bu yaklaşıma göre, sistem bir noktada kendini yeniden üretemez hale gelmektedir. Örneğin, sürekli yeni alanlar bularak ve bu alanlara yayılarak merkezi besleyen bir sistem, yayılacak yeni alan kalmadığında kaçınılmaz olarak çökme aşamasına gelmektedir.
Hardt ve Negri'de de gördüğümüz bir diğer çözümlemede ise, kapitalizmin yatay genişlemesinin duraksamasının yolaçtığı tıkanma, dikine bir genişleme ile aşılmaktadır (sf. 285). İçinde bulunduğumuz dönemdeki değişimin temeli burada yatmaktadır.
Bu salt tıkanmaya bağlı bir süreç olarak ta ele alınamaz. Egemenliğin kapitalizmin gelişmesi oranında, piyasa üzerinden yeniden üretilmesidir. Postmodern egemenliği üreten ve onun dayandığı temel de burasıdır.
Dikine gelişmeyi piyasanın iki yönde gelişmesi olarak anlayabiliriz; gündelik hayatin ve sistemin piyasa dolayımına dahil olması. Bu, gündelik hayatın en ücra köşelerinden (biri bizi gözetliyor vb..), sistemin global organizasyonuna (IMF, WB) değin piyasanın egemenleşmesi olarak ta ifade edilebilir.
Dünya sistemi analizi düşünürleri ise kapitalizmin belirli bir tarihsel kesitte bütün egemenliğiyle ortaya çıktığını varsayar. Örneğin "küreselleşme", gelişme sürecindeki bir kopmanın sonucu değil, kapitalizmin kuruluşundan bugüne varolan ve ancak niceliksel olarak farklılaşan bir durumdur.
Wallerstein biraz daha ileri giderek kapitalizmi diğer toplumsal sistemlerde de nüve olarak varolan basitleştirilmiş bir zenginlik birikimine, ticari ilişkiye indirger. Dünya sistemi; zenginliğin aktarılması, dolaşımı olarak ticari ilişkiler düzeyinde çözümlenir. Hardt ve Negri'nin çözümlemesi, bu açıdan farklılaşmaktadır. Gerek kapitalizmin gelişme sürecinde ele alınması, gerekse küreselleşmenin, sistemdeki niteliksel farklılaşma sonucu ortaya çıkan değişim olarak kabul edilmesi bunun göstergeleridir (sf. 33).
Ancak genelde kitabın emperyal kavramı çerçevesinde dönmesi ve piyasa ilişkileriyle toplumsal değişme arasında kurulan bağların zayıflığı "Dünya sistemi analizi"ne benzer bir çözümleme görüntüsü ortaya çıkarmaktadır.
Tüzel değişimlerin, bütünsel bir çözümlemenin başat dayanağı olarak kabul edilebilmesi de (örneğin ABD kurucu fikrinin açıklayıcı tarzda ele alınmasının fordizm-postfordizm farklılaşmasını silikleştirmesi) bu görüntüyü desteklemektedir. Yazarların tüzel sonuçlardan hareket ederek çözümleme yapmayı bir kolaylaştırıcı yöntem olarak gördüğünü ifade etmesi ve "imparatorluk"un politik teori çalışması olmasının bu tercihleri ne ölçüde kabul edilebilir hale getirebileceği bir tartışma/eleştiri alanıdır.
Eleştiri alanını saklı tutarak ifade edebiliriz ki, genel olarak bu görüntü çalışmanın "politik teori" niteliğinde olmasından kaynaklanmaktadır.
"İmparatorluk", toplum teorisi olarak bizce sağlam bir temele oturmaktadır. Çalışma, politik bir tartışmanın yanında toplumbilim çerçevesindeki bir tartışmanın zemini olarak da kullanılabilir.
Modernleşmeci yaklaşımdan kopuş
Yazarlar modernliği Rönesans ve aydınlanma olarak ayırarak, izlerini daha ileride bulabileceğimiz iki sonuca yol açmaktadırlar.
Birincisi, modernliğin kökenlerinin kapitalizmin sistemleşmesinden önce ortaya çıktığı tespitidir. Bu tespit toplumsal gerçekliğin ele alınışında yöntemsel bir tercihi ifade eder ve toplumsalın kurulması, yeniden üretiminde tek boyutlu bir materyalizm anlayışından kopma olarak da adlandırılabilir. Kurulma ve yeniden üretimin, tek yönlü maddeci temele indirgenmesi, Descartes'in ikileştirmesinin (madde-idea) sürdürülmesidir aynı zamanda. Devamında Spinoza modernliğinin kapitalist modernleşmeyi ve kapitalizmin ilksel biçimlerini "olası bir gerçekliğe" (virtüel) dönüştürdüğü söylenebilir.
İkincisi ise, Spinoza modernliğinin kapitalizm ile ilişkisizleştirilerek olumlanmasıdır (sf. 230). Bunun sonuçlarını ileride iki noktada bulabiliriz. Marks'ın Hindistan çözümlemesine yapılan atıfla küreselleşmenin "daha iyi" olarak tanımlanması ve yine Marks'a yapılan atıfla "içsel aşma"nın kullanılmasıdır. Bir yönüyle bu çabayı, "anti-modern bir modernliğin" arayışı ve yeni bir paradigmayı bunun üzerinden kurma girişimi olarak da adlandırabiliriz. Bu bize uygun bir zemin sağlayabilir mi? Sanırım çalışmanın önümüze koyduğu önemli tartışmalardan biri budur.
Çalışma, ilk modernliği farklılaştırıp üzerinden yükselen "kapitalist modernleşmeye" karşı çıkmaktadır. (Bu yaklaşımın iç ve dış bölümünde ifade ettiğim değişim süreci-kapitalist gelişme arasındaki kopuklukla ilişkili olarak ele alınması, çalışmadaki savrulmanın kökenlerine ilişkin fikir verebilir) Bu bence eleştiriye başlangıcın temeli olması gereken modernlikten kopmayı eksik bırakmaktadır.
Örneğin, küreselleşmenin "daha iyi" olarak tanımlanması farklı toplumsallıkların ölçülmesi, karşılaştırılması anlamına gelmekte, ilerleme fikriyatına örtük bir gönderme yapmaktadır. Nesnel olarak değişme sürecindeki her dönemin kendine özgü olanaklar ve kısıtlılıklar ortaya çıkardığı kabul edilebilir. Bize düşen bu yeni olanak ve kısıtlılıklara göre bir politika oluşturmaktır. Bunu aşan ifadeler kuramsal sorunları potansiyel olarak içinde taşımaktadır.
Sorularımız şunlardır:
Özgürlük ve eşitlik temelinde kurulu bir çoğulcu insan dünyasını ileri olarak görebilir miyiz?
* Kapitalizmi mümkün kılan ölçme ve karşılaştırmaya dayalı bir dünya çoğulcu olabilir mi?
Postmodernlik ve "imparatorluk"
Solda yapılan kolaycı eleştirilerden biri, çalışmanın postmodernist olarak tanımlanması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu, yeni açılımlar geliştirmeye çalışan ve özelliklede modernleşmeci anlayışların eleştirisinden hareket eden her çalışmaya karşı gösterilen standart bir tepkiye dönüşmüştür.
Bunun altınd, kimi zaman sol muhafazakarlık, kimi zamanda okuma tembelliği bulunmaktadır. Elbette ki, postmodern düşünüş, kimi noktalardan sol teoriye girmiş olabilir. Ve elbetteki ilişkileri kurularak bu eleştiri de yapılabilir. Ancak detaylandırmadan çalışmayı yaftalamanın sanırım -en azından- geliştirici olmayacağı açıktır.
Yazının yukarıdaki bölümlerinde de ifade etmeye çalıştığım gibi "İmparatorluk" yazarlarının birkaç saptaması ve bu saptamalardan hareketle geliştirmeye çalıştıkları bir çözümleme vardır.
Birinci saptama, modern paradigmanın aşıldığı ve sistemin postmodernleşme sürecine girdiğidir.
Hard ve Nehri, postmodern düşünürlerin eleştirilerinin postmodern kapitalizmle paralel işler hale geldiğini açıkça belirtmektedirler (sf. 32, 161, 170).
İkinci saptama, solun modernleşmeci yaklaşımlardan koparak postmodernliği (ve postmodern kapitalizmi) aşan bir paradigmaya yönelmesi gerektiğidir. Soldaki tartışma, genelde modernleşmeci yaklaşımlar çerçevesinde dönmektedir. Bunun nedeni açıktır ki, hala bu yaklaşımların solda egemen olmasıdır.
Modernleşmeci anlayışlardan kopma aynı zamanda monolitik ütopyadan çoğulcu bir ütopyaya geçişle, değişmenin öznelerinin çoğulcu bir şekilde tanımlanmasıyla, farklı kesimlerin, farklı kurguların özne olarak kabul edilmesiyle mümkündür.
Çoğulcu bir ütopya, postmodern midir?
Postmodernlik, en kısa şekilde süreksizlik ve parçalanma ile anlaşılabilir. Bir gelecek tasarımının reddi, şimdiki zamanın egemenliğidir.
"Başka türlü bir yaşam"ın kurucu öznelerinin çoğulcu bir şekilde kabul edilmesinin, ütopyanın çoğulcu bir şekilde kurgulanmasının postmodernlikle ilgisi yoktur (sf. 231). Ama modernleşmeci anlayışa açık bir meydan okumadır.
Sonuç olarak; temel eleştiri noktası olarak ele aldığım ve kısmen modernleşmeci yaklaşımdan kopmayı aksatan bir kanal bulunmaktadır. Bu kanalın izlerini başlıca iki noktada görebiliriz; çokluğun (yeni bir toplumun kurucu öznelerinin) içsel aşma kriterleriyle tanımlanması, iç ve dışın tanımlanmasındaki kayma...
Bu temel eleştiriye karşın; modernlik, postmodern kapitalizm tartışmasını merkezine yerleştirmesi, etkin insani temel alması, paradigmanın toplumun kuruluşundaki etkinliğine dikkat çekmesi, kapitalizmin (sistemleşmesinin) gelişme sürecinde ele alınması gibi temel tartışmaları gündemimize sokan çalışma yeni bir sol düşünüşün hareket noktalarından biri durumundadır.
"..... çünkü her döngü teorisi sanki tarihin (insanların niyetleri ve direnişleri, yenilgileri ve zaferleri, neşeleri ve acıları üzerinde hüküm süren bir nesnel yasa dayatarak) insan eyleminin bir ürünü olduğu gerçeğine gülüp geçiyor." (sf. 252) (NU)
Kaynaklar;
* Şükrü Argın, Şimdiki zaman diktatörlüğü, Birikim Ocak 2002
* Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm
* Anthony Giddens, Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi
* Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni
* E. Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu
* Çiğdem Şahin, Kapitalizm ve Yoksulluk