Her siyasal iktidarın biri “dili” var. Parti/örgüt liderinin ya da ileri geleninin ağzından dökülen, sloganlarda hep bir ağızdan söylenen, organik aydının belagatı içine saklanan, iktidara bağlı medya organlarının sözcüklerine ve adlandırma metoduna yansıyan, hükümranlığın epistemolojisini ele veren bir “dil”...
Kimi zaman sivri, tahammülsüz ve köşeli; kimi zaman ise daha yumuşak, daha yuvarlak hatta daha kapsayıcı... ama neticede muktedirin gücünü yansıtan, buyurganlığı içinde barındırmaktan uzak ol(a)mayan bir gramerin üst başlığı...
Mezkûr dil, iktidarın mantığını ele verecek bir anlam dünyasını işaret etmesi açısından her daim etüt edilmeye değer. İktidarın kimleri “sahiplendiği”, kimleri dışarıda bıraktığını “dil”den analiz etmek mümkün.
Kulağımızda çınlamaya devam ediyordur sanırım Türk sağının önemli figürlerinden Süleyman Demirel sıkça “benim esnafım, memurum, çiftçim” diye başlayan cümleler sarf ederdi meydanlarda. “Onun” olmayanlar tümden anarşistti. Bugün AKP’li isimler de “benim başörtülü kardeşim, mütedeyyin halkım” nidaları ile cümlelerini süslüyorlar.
Bir de “bunlar!” kategorisi var ki o da iktidarın “dışarıda bıraktıklarına” karşılık geliyor. Tek tek saymaya gerek yok AKP için; “bunlar” üst başlığında anonimleştirilen bir kitleyi kendi tabanını sıkılaştırmak suretiyle ve iktidarın devamını sağlayacak şekilde hedef göstermesi yeterli.
İktidar ve medyaya müdahale
İktidarın dilinin hegemonikleşme “şartları” rejimin niteliğiyle doğrudan ilişkili. Demokratik rejimlerde tartışma ve müzakereye dayalı “ikna” önplanda iken otoriter versiyonlarda “zor” baskın karakterli. Otoriterleşen rejimlerin kendi “dilini” topluma hakim kılma adına el attığı alanların başında medya geliyor şüphesiz.
Modern çağda medya üzerindeki kontrol ve denetim sisteminin birden çok veçhesi var. Sansür mekanizmaları, otoriter iktidarların medya üzerinde kurduğu baskının geleneksel olarak en sık gözlemlenen araçları. Yoğunlukları farklı ama Hitler Almanya’sı da, 12 Eylül Türkiye’si de, 11 Eylül sonrasının ABD’si de sansürün hangi noktalara ulaşabileceğinin onlarca kanıtıdan sadece birkaçı.
Müesses medyaya müdahalenin doğrudan ve dolaylı biçimlerinden bahsetmek mümkün... Cezalandırma ve iktidara yakın olana teşvik verme arasında salınan bir müdahale alanından bahsediyoruz. Türkiye’de son yıllarda bu müdahale alanı epey genişledi.
AKP iktidarının otoriterleşmesiyle birlikte medya üzerindeki çok katmanlı hükümet baskısının arttığı aşikâr. Bir yandan hükümet siyasal ve kültürel hegemonyasını inşa etmede kendi iktidarı ile organik ilişkisi olan bir medya alanını ve starlarını -serveti ve tüm pervasızlığıyla- yaratırken diğer yandan kendine görece mesafeli ve eleştirel duran merkez medya organlarını direkt ya da endirekt cezalandırma stratejini izliyor.
İktidarın nazarında zaten “sabıkalı” olan medya organları, AKP için merkez medya kadar “değerli” değil zira onları takip edenlerin hükümetçe “kazanılma” veya “ikna edilme” şansı sıfıra yakın ve iktidar bunun bilincinde.
Merkez medyanın hal-i pür melali
Merkez medyanın kapitalistleşme süreçlerine paralel olarak özellikle 1980 sonrasında geçirdiği değişim onu iktidar karşısında daha da “kırılgan” ve ona “bağımlı” hale getirdi. Daha önceleri uzun müddet sivil ve askeri bürokrasinin yanında olmayı kendi ekonomik varlığını ve nüfuzunu arttırmak için yeterli gören merkez medya, AKP iktidarının yeniden organize ettiği şartlarda bir süre bocalama evresinden geçti. Bu “bocalama evresi” 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimiyle belki de son kez sınandı ve kalıntıları ile 2010 referandumuna kadar sürdü.
Birçok farklı iktisadi alanda yatırımları olan ve iktidarın rant dağıtma mekanizmalarına göbekten bağlanan medya patronları 2010 sonrasında tek muktedirin hükümet olduğuna kanaat getirince iktidarın yanında saf tutmayı “hayatta kalmak” için yegane çare olarak gördü.
Konjonktüre göre değişen bahaneler ile iktidara muhalif yazarlar, editörler ve muhabirler işlerinden edildi ve bu süreç halen devam ediyor. İlk başta işlerinden edilen yazarların arkasında durmayan kadrolar bir süre sonra sıranın kendilerine geldiğini fark ettiler ama iş işten geçmişti. Merkez medya etliye sütlüye karışmayanlara ve iktidara hayırah yaklaşanlara teslim edildi.
İktidarın rüzgarını arkasına alarak neo-liberal ve muhafazakâr hegemonya projesinin amiral gemisi olarak “merkezleştirilen” medya ise AKP’nin ilk yıllarında “tolerans” gösterdiği sonra üzerini çizdiği isimleri de gazete ve ekranlarından uzaklaştırarak tek sesli hale geldi.
Halihazırda tamamen hükümet medyası haline gelen, aynı dili ve sözcükleri kullanan (Gezi direnişi sırasında yedi gazetenin aynı manşetle çıktığını hatırlayalım bkz. “demokratik taleplere can feda”) organlarda haberciliğin en olmazsa olmaz ilkeleri (son örneklerden biri Yeni Şafak’taki Chomsky röportajı) ayaklar altına alınıyor.
Merkez medyadan kapı dışarı edilen “muhalifler” kategorisinin Kemalistlerden liberallere uzanan oldukça geniş bir gruba karşılık geldiğini belirtmek gerek. Liberal medya mensupları ile AKP’nin arasının açılması aynı zamanda iktidarın toplumsal mühendislik projelerine hız vermesi ile çakışır. Özgürlüklere ve yaşam tarzlarına müdahale arttıkça liberal yazarlar da iktidardan destek elini çekti. Geriye sadece muhafazakâr ve İslamcı cenahın içinde liberal eğilimleri bilinen ama diğer kimlikleri “liberal” yanlarını bastıracak kadar güçlü olan az sayıda isim kaldı.
Nihayetinde Türkiye’deki muhafazakârların özgürlük tahayyülünün tıpkı ulusalcı-Kemalist cenah gibi “ideal toplum projeksiyonları” ile sınırlı olduğuna şahit olduk. Örneğin kadın öğrenciler için üniversitede türbana özgürlük bahsinde ya da askeri vesayete karşı beraber mücadele ettiğimiz muhafazakâr-liberallerin kahiri ekseriyeti Gezi direnişi esnasında bizleri bir çırpıda “darbe taşeronu” olarak etiketledi.
Muhalif medya mensuplarının serancamına geri döneyim. İktidarın teşviki, telkini ve/veya medya patronlarının tutumu ile merkez medyanın dışında kalan isimlerin bir bölümü demokratik muhalefetin yeni alanlarında –internet haber sitelerinde, blog’larda- yazmaya başladı. Öylesine önemli işlere imza atan isimler çıktı ki karşımıza gazete ve TV kanallarından çok bahsi geçen portalları takip eden bir rutininimiz oluştu kendiliğinden. İşsiz bırakılan medya mensuplarının nitelikli yazıları, sosyal medya marifeti ile hızla yeni okuyuculara ulaştı.
Uzun süredir ilkeli muhalefet yapan kimi gazeteler ise yine bu süreçte merkez medyadan kovulan ünlü yazarların katılımı ile popülerleşme imkanına sahip oldu. Muhaliflerin bir kısmı ise Kemalist-ulusalcı motifleri belirgin yayınlarda kendilerine yer buldu. Bu yayınların birçoğu AKP karşıtı konumlarının verdiği muhalefet damarı dışında demokrasi, emek ve çoğulculuk önceliğimiz bağlamında yıllardır şikayetçisi olduğumuz daraltıcı siyasetin birer savunucusu olmanın ötesine geçmiş değil.
Özellikle Gezi direnişi sonrasında AKP’ye muhalif gazetelerin tirajındaki ortalama artış ise iktidar karşıtı ittifağın birleşerek/yekpareleşerek büyüdüğüne dair bir emare olarak algılandı. Bugün aynı pencereden üretilen yorumlara artarak tesadüf ediyoruz. Her muhalifi aynı torbaya atma tutumu sadece iktidar kanadından değil ulusalcı kanattan geldiğinde de tehlikeli.
İktidar baskısına da şovenizme de karşı olmak
İktidarın baskıcı tutumuna karşı tavır alan bizler “muhalif medya ittifakı”na da mesafeli durmayı becerebilmeliyiz. Evet doğru, kara bulutların dolaştığı, nefes almanın zorlaştığı böylesine bir atmosferde AKP hükümetinin hatalarını dile getiren, eleştirel haber yapan, duyurulmayan seslere mikrofon uzatan medya organları çok kıymetli. Ancak demokratik değerlere bağlılık, yorum ve haber yaparken basın ilkelerini çiğnememek, nefret suçu işlememek gibi çok asli meselelerde duyarlı olmaktan taviz de vermemeliyiz.
Sırf AKP’ye muhalif diye milliyetçi-şoven, zenofobik, cinsiyetçi üslubu rutinleştirmiş medyanın bu korkunç yanlarına göz kapamak hiçbir evrensel sol, özgürlükçü ve demokratik değerle bağdaşmaz. Bir küçük örnek vereyim, yakın zamanda AKP’li Bekir Bozdağ Hürriyet gazetesine manşet konusunda talimat vermeye kalkınca Sözcü gazetesi “size ne gazetenin attığı manşetten” yazılı bir manşetle yayınlandı; özgürlükçü bir tavır gibi alkışlanan bu çıkışın altında ise şu yorum vardı: “siz önce bu rezaleti temizleyin.” Rezalet diye bahsedilen ise bir gerillanın cenazesinin örgüt bayrağı ile devlet hastanesine götürülmesiydi.
Birbiri ile rabıtasız iki konunun bu kompozisyon içinde ve böyle bir başlıkla haberleştirilmesinin yorumu size kalmış. Ulusalcı cenahta benzer örnekleri çoğaltmak maalesef mümkün...
Hedef göstermeleriyle ve yalan haberleriyle haklı olarak çokça şikayet ettiğimiz iktidar tetikçisi medya organları ile aynı üslubu benimseyen ulusalcı-şoven yayınlara da aynı eleştirileri yöneltebilmeliyiz. Demokratik muhalefet ancak evrensel ilkeler ve değerler üzerinden tesis edilir; muhalefetin dili iktidarın dili ile aynı “gramer”in parçası olamaz.
Bu iktidar değiştiğinde yeni muktedirlerin aynı tahakküm dilini kitlelere dayatmaması için muhalefeti evrensel demokratik ilkelere bağlılığa çağırmak, hükümete taviz vermek ve/veya muhalefeti zora sokmak değil, bilakis özgürlükten ve emekten yana bir geleceği beraber inşa etmek için ortak zemin kurma anlamına geliyor. (GGÖ/YY)