Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bir "yasa teklifi" [1] var. Esas Numarası "2/861" ve Meclis Başkanlığa Geliş Tarihi "09 Şubat 2011". Halen meclisin üç komisyonuna sevk edilmiş durumda. Asıl gönderildiği komisyon "Adalet" Komisyonu, ama "Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu"yla "Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu" da görüşüp önerilerini başkanlığa sunacak.
İçeriği itibariyle medyanın, dolayısıyla da kamuoyunun ilgisi var ve yasa önerisi değişik boyutlarda tartışılıyor. İşin içinde "tıbbi bir işlem" olduğu ve bunun bir "ceza uygulaması"na dönüşmesi nedeniyle hekimlerin ve sağlıkçıların da gündemlerinde.
Yasa teklifi meclisin ilgili sitesinde şöyle özetlenmiş: "Teklif ile ilgili kanunlarda değişiklik yapılmak suretiyle, cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçlarının ceza sürelerinde artırıma gidilmesi, bu suçlarla birlikte cinsel taciz suçunun nitelikli unsurlarında bazı değişiklikler yapılması, aralarında evlenme yasağı olan çocukla cinsel ilişki suçunun şikayete bağlı olmayan bir suç olarak düzenlenmesi, zorla evlendirmenin bir suç tipi olarak tanımlanması, cinsel suçlardan şüpheli veya sanık olanlara yönelik yeni adli kontrol yükümlülüklerinin düzenlenmesi ve cinsel saldırı suçundan, çocukların cinsel istismar suçundan ve reşit olmayanla cinsel ilişki suçunun nitelikli halinden hapis cezasına mahkum olanların testosteron etkisini önemli ölçüde azaltıcı tedaviye tabi tutulmaları ve tedavi amaçlı programlara katılmakla yükümlü kılınmaları amaçlanmaktadır."
Düzenleme çok önemli bir konuda bazı değişiklikler gerçekleştirmeyi hedefliyor. Ama yine de konunun öneminin yeterince kavrandığını ve düzenlemenin sorunu çözeceğini söylemek mümkün değil.
Çünkü pek çok benzer durumda olduğu gibi konunun "asıl çıkış noktası", "kökeni", "aslı" değil de, görünür kısmındaki bir "ayrıntı" düzenlenmeye çalışılıyor. Asında böyle yaparak sonucu hemen hiç değiştirmeyecek bir önlem ile sözde soruna müdahale edildiği duygusu ve inancının yaratılmak istendiğini söylemek de mümkün.
Söz konusu taslakta çocuklara ve güçsüzlere yönelik taciz ve tecavüzü yaratan koşullar ortadan kaldıracak herhangi bir düzenleme yok. Bu tür davranışları doğuran başta inanç sistemleri olmak üzere, eğitim, gelenek, töre vb. toplumsal koşulları sorgulayan ve onların değişimine yönelik kontrol, denetim ve bunu sağlayacak örneğin eğitim faaliyetlerine ilişkin bir önerme ve önlem de yok.
Dahası örneğin evlilik konusundaki geçerli yasal düzenlemeler halen "mahkeme kararı" ile "çocukların evlenmelerini" bile "mümkün ve olağan" sayan ve kabul edilebilir kılıyor.
Aile içi (ensest) ilişkilerin ortaya koyulmasını kolaylaştıracak, bunu yapanlara güvenceler sağlayacak ve mağdurları her bakımdan koruyacak ve destekleyecek kurumlar ve olanaklar da sağlanmıyor; bunlara dair yasal düzenlemeler de yapılmıyor.
Ama bunların yerine suçun failinin bedenindeki pek çok etmene bağlı olarak değişebilir bir "hormon" düzeyinden yola çıkarak, mevcut fiili salt bir "hastalığın belirtisine" dönüştüren, sonra da bunu zorla tedavi etmeye yeltenen bir düşüncenin, yeterliliği bir yana hukuki ve meşru olduğu söylenebilir mi?
Hastalık olan ve olmayan
Şu sıralar buna benzer başka durumları da sıkça duyuyor, görüyoruz.
Doğrudan sağlık alanının dışında çeşitli konuların "tıp"la ilişkilendirilmesi bir alışkanlık haline geldiği için bazı temel bilgileri, tıp mesleğinin ilkelerini ve etik kurallarını en azından "aydınlatma" amaçlı olarak yineleme ve paylaşma zorunluluğu var.
Bir süre önce yetkili bir kadın bakan tarafından örneğin kadın-erkek dışındaki "cinsel yönelim"ler birer "hastalık" olarak kabul edilmiş ve tedavisi önerilmişti. Aynı partinin başka milletvekilleri de buna destek vermişlerdi.
Şimdi de özellikle çocuklara yönelik "taciz/tecavüz" fiilleri, bir çeşit "organik bozukluk" olarak nitelendiriliyor. Üstelik bu organik bozukluğun tedavisi için sağlık kuruluşlarının kontrol ve kararı değil de, bu fiile uyan bir "ceza yasası hükmü" dayanak kılınmak isteniyor. Başka bir deyişle, bu noktada en az sorumlu olan kurum ve onun aktörü olan hekimler doğrudan "müdahale eden el" konumuna itiliyor.
Bunları önerenlerin arasında gerçekten hekimler var mı, varsa bu kişiler doğru ve gerçek bilimsel araştırmalara dayanan, bilimselliği tartışılmayan ve en azından şimdilik kuşku duyulmayan, başka bir deyişle "klasik ve temel" kabul edilen mesleki bilgileri mi yoksa "inançlarını" mı ifade ediyorlar bunu bilmiyorum.
Ama kamuoyuna yansıyan ifadelerin "hekim" olmayan kişilerce söylenmesi, konunun bu yanının yeterince bilinmediği, en azından çok iyi anlaşılmadığını gösteriyor.
Ünlü bir psikiyatri hocasına atfedilen bir hikaye vardır; herkes bilir, bu tasarıyı okuyunca aklıma o geldi:
Bu hocaya sormuşlar; "bazıları sizin için 'deli' diyor, buna ne diyorsunuz" demişler; o da yanıtlamış: "desinler, onların bunu söylemelerinin bir anlamı yoktur, yeter ki bu sözü onlar için ben söylemeyeyim, eğer söylersem tek gidecekleri yer 'akıl hastanesi' olur" demiş.
Hocanın bu sözü en azından yasal olarak "halen" geçerli. Yani şu anda "tıbbi tanıları" hekimler koyup, onlar tedavi edebiliyorlar. Ama bunun ne kadar daha süreceği de belirsiz; çünkü şu sıralar, bu tür inanç ve düşüncelere sahip kişilerin bir bölümü sahip oldukları "sayısal çoğunluk" nedeniyle ne yazık ki bu ve benzeri temel yasaları değiştirme ya da yenilerini yapma gücüne sahipler. Bu hem korkutucu hem de tehlikeli bir durum.
Başka bir yazının konusu ama, yeri geldiği için bazı temel doğruları bir kez daha vurgulamak gerekiyor:
"Genel yasalar" toplumun tüm kesimleri için yapılır. Eğer böyle bir yasa tüm toplumun uzlaşmasıyla değil de, toplum içinde çoğunluğu olmasa da, meclisteki sayısal çoğunluğa sahip olan yalnızca bir kesimin oylarıyla çıkarılabiliyorsa, o yasanın bağlayıcılığı da, geçerliliği de, kabul edilirliği de, bunlardan yola çıkarak ortada gerçekten bir demokrasinin var olup olmadığı da tartışılmalıdır.
Özellikle ilk çıktığında daha geniş toplum kesimlerinin birlikte kararına dayanan yasalar, eğer sonradan toplumun yalnız bir kesimi tarafından değiştiriliyor ve yeniden belirleniyorsa, bu da çok vahim bir durumla karşı karşıya olunduğunu gösterir.
Dolayısıyla şu andaki meclis çoğunluğunun özellikle "yasa yapma" anlamında söylediklerini ve yaptıklarını dikkâtle izlemek ve irdelemek gerekiyor. Çünkü artık "hukuki ve meşru" olup olmamasına bakılmaksızın, gündelik yaşamla ilgili çeşitli "yasalar"ın yürürlükte ve geçerli olduğu bir dönemi yaşıyoruz ve bu yasalar, geri dönüşü olanaksız sonuçlar verme olasılığını taşıyor.
Şimdi bu bağlamda herkesçe bilinmesinde yarar olan bilgileri yineleyelim:
Tıbbi uygulamalara kim karar verir?
Tıbbi tanıları "hekimler" koyar; tedavileri de yine hekimler düzenler. TCK'nun yürürlükteki hükümleri "bedene el atma" eylemini haklı kılan unsurlar arasında "hekim" olmayı da saymıştır. Başka bir deyişle bu niteliğe sahip olmayan kişilerin "bedene el atmaları"nı, "yaralama" ve/veya "haksız fiil" olarak tanımlamıştır.
Aynı yasada bir başka nokta daha "koşul" olarak getirilmiştir; o da hekimlerce yapılacak bu fiillerin, kişinin "özerkliği" temel alınarak, onun aydınlatılmış rıza(onam)sına bağlı kılınmıştır.
Bir başka önemli nokta, hekimlerin hak ve ödevlerinin mesleki faaliyet ve kararlarında herhangi bir baskı altında olmaksızın, tümüyle özgür olarak ve mesleğin gerek ve kuralları doğrultusunda hareket etme zorunluluklarıdır. Bu durumda olmayan hekimlerin, mesleklerini uygulamamaları onlara hem kendileri, hem de hizmet sundukları insanlar açısından bir hak ve ödev olarak verilmiştir. Çünkü hekimliğin etik kurallarından ilki hekimlerin "öncelikle zarar vermemeleri" olarak şekillendirilmiştir.
Bu kuralı tamamlayan bir diğer unsur ise "hekimin hizmetinden yararlananların" her koşul ve durumda "özerklikleri"nin tanınması ve öncelenmesidir. Herkesin bedeni kendisinindir ve ona yapılacak her türlü tıbbi işlem, ancak onların irade ve istemleri ile gerçekleştirilebilir.
Bu taslaktakine benzer bir yasa maddesi de yine "faşizan uygulamaların" alışkanlık haline geldiği bir dönemde çıkarılmış olan "cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüleri girdikleri açlık grevi ve ölüm orucu sırasında, kişilerin istemleri dışında zorunlu beslemeleri" konusundaki yasal düzenlemedir.
Söz konusu düzenlemenin gereği bir durum bu güne kadar ortaya çıkmış mıdır, bu durumda ilgili yasa hükmü bir hekim tarafından yerine getirilmiş midir; böyle bir uygulamayı gerçekleştiren hekimler, onları bağlayan tıbbi ilkeler ve etik kurallara aykırı davranmaları nedeniyle hekim ilgili meslek örgütleri tarafından mesleki olarak soruşturulup fiilleri bu kural ve ilkelere aykırı bulunarak cezalandırılmış mıdır, bunları bilmiyorum. Ama bu düzenleme, hukuki ve meşruluğu tartışılır bir şekilde halen yürürlüktedir.
Şimdi bu uygulamanın bir benzeri, hekimlerin eli ve aracılığıyla, kişilerin aydınlatılmış onamlarının olup olmamasına bakılmaksızın, -kişiler bir ceza uygulaması ile karşı karşıya olmaları nedeniyle, yani bir tehdit altında olacakları için aslında aydınlatılmış onamlarını ifade etseler bile, zor altında bir "kabul" olduğundan bunun varlığı da söz konusu uygulamayı "yasal ve meşru" kılmayacaktır- uygulamaya konulmak istenmektedir.
Bu hekimlere ve onların mesleki uygulamalarına yönelik bir başka "haksız ve hukuksuz müdahale"dir.
Şu anda hekimlerin gündeminde olan ve açıkça "haksız" olduğu bir çok düzenleme kadar bu da hekimlerin "itiraz etmeleri", dahası asla "uygulamalarına" katılmamaları gereken bir "yasal" düzenleme olmalıdır.
Sevgili milletvekilleri,
Söz konusu tasarı sizin oylarınıza sunulduğunda "elinizi evet anlamında kaldırmadan önce" bir kez daha düşünmelisiniz. Söz konusu düzenleme, bir meslek grubuna, ne yapacağını, o konuda bilgisi olmayanlarca söylenilmesinden başka bir anlama gelmeyecektir.
Eğer hakimlere kararlarını mimarların dikte ettirmesi, ya da mühendislerin planlarını din adamlarının çizmeleri sizce "doğru" değilse, hekimlere de ne yapacaklarını hakimlerin dikte ettirmelerine "olur" dememelisiniz.
"Ben hakim de, hekim de değilim, taciz ve tecavüzde de bulunmam, bulunanları da kabul etmem onlara her türlü ceza mübâhtır" diyorsanız da şunu unutmayın:
Bugün el kaldırarak yaptığınız katılımla verdiğiniz bu destek yarın size de ucu dokunacak bir durumda sizlere de "tıbbi tedavilerin" hekimlerin dışındaki kişilerce yapılmasına onay vermeniz anlamına gelecektir. Tarih bunun pek çok örneği ile doludur. Düşman sayılanlara yönelen tüm silahlar günün birinde o silahları "meşru" kılanları vurur.
Hukuksuzluğu ve yanlışı onaylamanın iyi mi kötü mü olduğunu görebilecek durumda olduğunuzu düşünüyorum. Ama buna rağmen "evet" derseniz, günün birinde hakimin parmağı size yöneldiğinde pek fazla seçeneğiniz olmaması bir yana, mesleki ilke ve etik kurallarına göre davranan bir hekim de kalmayacaktır; bunu da göz ardı etmeyin. Çünkü o hekimler bu unvana sahip olsalar da artık "hekim" olmayacaklardır.
Şunu da unutmayın o zaman yalnızca "testosteron"ununuz değil, başka hormonlarınız, bedeninizdeki başka organlar ve onların yerine getirdiği işlevlerden de mahrum kalma olasılığınız da oldukça yüksek olacaktır.
Daha doğrudan söyleyeyim: Çocuğa ya da erişkine, kıza ya da erkeğe yönelik taciz ve tecavüzü önlemek "testosteron hormonunun azaltılması ya da tümden yok edilmesiyle" mümkün olmayan bir "fiil" ve "suç"tur.
Diğer yandan bundan sorumlu saydığınız "testosteron" muhtemeldir ki sizlerde de oldukça yüksektir. Çünkü insanları iktidarda tutan, iktidarı istemelerine ve ulaşmalarını da aslında aynı hormon sağlar. Zaten o yüzden "iktidar" sözcüğü yasa yapmaya yöneldiğiniz bu fiil için kullanan bir sözcüktür.
Aslında pek çok başka olumsuzluk da o "iktidar tutkusundan" kaynaklanmaktadır ve dahası bu hormon düzeyi ne kadar yüksekse tutku da o kadar derin ve kuvvetli olmaktadır.
Eğer "evet oyunuzu atarken" samimi iseniz, önerdiğiniz testosteronu etkisizleştirecek "depo provera"ları, en üst düzeyden başlayarak her gün sizler de yutmaya başlamalısınız.
Kim bilir belki daha "makul" ve "tutkudan arınmış" bir iktidarla daha iyi ve güzel günler yaşayabiliriz. (MS/EÖ)
[1] http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tasari_teklif_sd.onerge_bilgileri?kanunlar_sira_no=88854