Ayazın hakikati gibi şairinki de: "İnsan; insan ne ki / Şeytanın bacağı kırık kalıyor / İnsan derken"
Utanmayı ve kalbimizden konuşmayı unuttuk. Acıları yaşamak, yas tutmak, sessizce ağlamak yerine teorilere analizlere, karşılaştırmalara, saptamalara başvuruyoruz hemen. Kınıyor, açıklıyor, akıl veriyor, hesap veriyor, hesap soruyoruz. Teşhislerimiz, teşhirlerimiz, tedavilerimiz hıphızlı! Çok net, kesin. Eminiz kendimizden ve sorumlu olmadığımızdan. Meşhur teorisyenlerimiz, siyaset bilimcilerimiz, stratejistlerimizin kuracakları cümleleri hep hazır. Demeçlerle yaşıyoruz! İsimlerini dört cümleden en az ikisinde geçirmezsek yıldızımızın eksileceğinden, ‘siviii’lerimizin hafifleyeceğinden korktuğumuz, afili cümlelerini dilimize pelesenk ettiğimiz dünya meşhurları can simidimiz, onları hiç bırakmıyoruz!
Kalbimiz, karnımız, midemizse ya hiç yanmıyor, ağrımıyor ya da aklın örümcekli kuşatması altında. Tutsak. Belki de sosyal medyada beğenilmek, paylaşılmak, takip edilmek her birimize kendimizi önemli hissettiriyor, bizden görüş beklendiğini düşünüyor, söylemezsek ayıp edeceğimizi zannediyor ve 140 karakter(e)(le) koşuyor, sığınıyor, yetiniyor, rahatlıyoruz. Acısını, öfkesini, çıldırayazmasını kazara dillendiren olursa onu çeşit çeşit biçimde linç ediyoruz. Linç, nesilden nesile aktarılan en kutsal gelenek, ata yadigarı ne de olsa! Utanma ve kalbin dili ise, kaybettiğimiz, hükümsüz olan!
Utanıyorum
Âh'ların sel olup akacağı gelişinden belli 2015'in ilk günlerine üç katliam düştü.
Eylül Cansın (Mehtap Zengin). "Yapamadım, çünkü insanlar bana izin vermedi" dedi. İntihar etti. Transtı. Yaşamayı kursağında bıraktık.
Ümit Kurt. Polis, kalbinden vurdu. Öldü. 14 yaşındaydı. "Büyüdüm anne, anlattığın masallar kadar masum değilmiş kimse. Yani hep uyuyordum ya masallarla ayakta, artık ayakta uyumuyorum yalanlara" dedi. Çocuktu. Kürt'tü. Devletin öldürdüğü binlercesinden biriydi. Masallarını çaldık.
Charlie Hebdo. Muhammed sevgisiyle yanıp tutuşan(!) mücahitler kalaşnikofla saldırdı. 12 kişi öldü. Dördü karikatüristti. Stephane Charbonnier, Jean Cabu, Wolinski ve Tignous.. Düşünmüş, eleştirmiş, yaratmışlardı. İfade özgürlüklerini kullanmış, çizerek konuşmuşlardı. Güldürmüşlerdi. Eğlenmiştik. Kaldırımda yaralı halde yatan "Ateş etme, ateş etme..." diye yalvarmıştı karşısındakine. Ateş etmişti beriki. Gülüşlerinden vurduk.
Genetik bir hastalığımız olarak inkârdan artık vazgeçmeliyiz.
Trans, Kürt, Charlie Hebdo çizeri... ve katliamlara kurban edilen binlercesinden biri olmasak da -biz (henüz) olmadığımızı düşünsek de- transım, Kürt’üm, Charlie Hebdo'yum demek acını gördüm, acımdır demenin ilk adımıdır. Kendimizi, girişte saydıklarımdan azade edebilirsek, utanır ve kalbimizden görürsek samimi ve sahici bir yas tutabilir, cümleler kurabiliriz. Aksi şekildeki tavrın bende yarattığı mide yarası yanığı, reflü öğürmesi, saplanan migren ağrısı... Kusma, kaçma duygusu.
Bu üç cinayet, üç katliam; benzerlerinin hem devamı hem de başlangıcı!
Cinsiyet, etnisite, din "çoğunluk"un bileşenleri olarak iktidarını kurarken nefret ve düşmanlıktan gücünü alıyor ve bunları kullanarak "yandaş/mürit" topluyor. Halkların, cinsiyetlerin ve cinsel yönelimlerin, inançların, düşünce ve ifade özgürlüğünün, dillerin... zehiri, katili oluyor. Devletin varlığı ve devamlılığı bu zehrin ne kadar çok ve geniş alana yayıldığıyla orantılı. Bu yüzden de devlet elindeki her aracını bu zehri yaymanın hizmetine veriyor, yayanlara da payeler. Böylece her anlamda "tek"ler üzerine kurulu, nefretten ve hep var olduğuna, olacağına inandığı düşmandan besleniyor; kendine azınlıklar, ezilenler, ötekiler belleyip onların kanında yıkanıp devlet toplum el ele varlıklarını sürdürüyor.
Bu durumda herkes bir biçimde bu katliamlara ortak. Ortağız. Hepimiz sorumluyuz. Susanlar dahil. Zira bu susma hali iktidarın yok ediciliğine, genel ahlâkın baskısına, tektipleştirmesine, dışlamaya ve zulme karşı koyan, varolma mücadelesi veren, iktidarların konforlarına çomaklar sokan; gözlerimize indirmek istedikleri perdeleri, aklımıza örmek istedikleri duvarları, bedenimizi hapsetmek istedikleri demir parmaklıkları birer birer söküp atmak için binbir şekilde savaşan, direnen; varız, buradayız, alışın, iktidarınızı reddediyoruz, özgür ve özerk bireyler olarak hepimiz eşitiz diyenleri yapayalnız, korumasız ve korunaksız bırakıyor. Hepimizi. Evlilik, aile, annelik; kadınlık ve erkeklik rollerini reddettiğimizde, ben senin dayattığın değilim, ben benim dediğimizde; düşünce ve ifade özgürlüğümüzü kullanıp üretip yarattığımızda çeşit çeşit biçimde tehdit ediliyor; yalnızlaştırılıp yoksullaştırılıyoruz. Her tür şiddete açık hâle geliyor, getiriliyoruz. Bunu yapanlar gibi bunlara göz yumanlar da suçlu!
Ve bu, yeni değil, 100 yıldır böyle.
Korkuyorum
Mehtap'ın arkasında bıraktığı video, Ümit Kurt'un tweeter mesajı, Charlie Hebdo çizerlerinin karikatürleri hafızamızın kuytuluklarına itilemeyecek, biz istesek de karşılaştığımız her yeni katliamda onlar gelip bizi bulacak. Görmemek, duymamak, hatırlamamak artık mümkün değil. Yine de duyarsız ve sessiz kalmak tercih edilebilir. Bu korkunç bir tercih olsa da! Bundan daha da fenası, sessiz kalmayıp bu katliamları açıkça destekleyenler, katliamcılardan mağdurlar yaratıp kendilerine destek arayanlar.
Şairin dizesi gibi yazarın cümlesi de hakikat, iyi bildiğimiz cümle: "Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi".
Bunu her seferinde görüyor yaşıyoruz. Öldürülen Kürt, Ermeni, Alevi, kadın, eşcinsel, trans, işçi... ise öldürmek, katletmek yetmezmiş gibi savunmalar ve saldırılar devam ediyor manşetlerde, devletin dilinde, sosyal medyada. Kendinden olmayana nefret ve onu yok etme arzusuyla dolu korkunç bir toplumda yaşadığımızı görmek için anket sonuçlarına bakmaya gerek yok. Dün ve bugünün hakikatleri yetiyor.
Sokaktan kaleme ifade etme, itiraz etme, reddetme araçlarımız elimizden alınıyor. Mahkemelere başvurularımız reddediliyor, davalarımıza gizlilik kararı getiriliyor, otopsi sonuçlarını göremiyoruz. Hepimizin "makul şüpheli" ilan edilmesi için yasa üzerine yasa çıkarılıyor. Hâl bu iken dün Fransa'nın dört bir yanındaki eylemlere damgasını vuran "Not afraid!" bizim için çok geçerli olamasa da -hatta apaçık korksam da- bu, susmama sebep değil asla.
Ne Şengal, Rojava, Paris uzak; ne de İstanbul!
Sakine, Fidan, Leyla Paris'te katledildi. Türk ve Fransız hükümeti sustu. Birininkine alışkınız. Öbürü susmamalıydı. Şengal'de, Kobanê'de kadınlara tecavüz edildi, kadınlar satıldı, insanlar yurtlarından sürgün edildi, öldürüldü. Savaş devam ediyor. İslami örgüt ve çeteler devletlerin de desteğiyle palazlandıkça palazlanıp dünyanın kâbusu haline geliyor. Buradaysa gazetelerin nefret dolu manşetlerini hakikat zannedenler çeteler, örgütler, jitemler, devlet eliyle Türklük ve Müslümanlık adına işlenen cinayetleri akıllarına özenle (!) asılmış ırkçı perdeleri kaldırıp da görmüyor. Kobanê direnişinden bihaber! Paris'teki Charlie Hebdo katliamının özgür, özerk yaşamlarımıza bir tehdit olduğunu düşünemiyor. Bütün bunlar arasındaki yıkıcı ve kıyıcı ilişkiyi kuramıyor. Gerçek Türklük/Müslümanlık o değil, bu; yok yok öyle değil, böyle... arasına sıkışıp kalıyor! Özgür ve özerk soluk alıp vermek, kendini ve yaşamını kendi elinle, kalbince ve aklınca kurmak, bunlar için direnmek ne demek, bilmiyor. Bunların tehdit olduğu ona iyi (!) öğretilmiş. Hayallerini, geleceğini, masallarını, sevmelerini, bedenini... zerk edilen korkulara, zerk eden çetelere, devletlere, kurban ediyor!
Bütün bunlar olup biterken erkeklik, din ve ırk üçübirada yeni cinayetler, katliamlar için hız kesmiyor İstanbul'dan Rojava'ya, Paris'e! Neresini kazsan kan ve nefret kokusu yayılan bu topraklarda 1915'ten başlıyoruz katliamları sıralamaya. 6-7 Eylül, Çorum, Sivas, Maraş, Hayata Dönüş, 90'lar, Metin Göktepe, Hrant Dink, Sevag Balıkçı, Maritsa Küçük, Rahip Santoro, Uğur, Ceylan, Şerzan, Hasan Ferit, Ethem, Ali İsmail, Berkin... öncesinde Roboski! Sakine, Fidan, Leyla! Böyle devam ederken, acaba kimi, hangisini atlamışızdır diye tedirgin oluyoruz bazen.
Acı bir sabırtaşı var içimizde. Her ölümü, katliamı ekliyoruz o taşa. Ekleye ekleye, ova ova yaşıyoruz.
Eşikteyiz
Kimliğimizde yazılanları kabul edelim ya da etmeyelim; Türk, Müslüman, hetero erkek/kadın olalım ya da olmayalım. Bu yazılmış olanların uğruna işlenen cinayetler ve katliamlar karşısında ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Depderin, kapkara bir kuyuya dönüşmüş dünyada, başkaları olduğunu düşündüklerimizin sonunu izleyerek kendi sonumuzun gelişini bekleyerek, her tür baskıya ve katliama göz yumup zemin hazırlayarak, katledenlerin elini rahatlatarak mı yaşayacağız? Yoksa özgürlükçü, laik, çokkimlikli, çokkültürlü, emeğimizden, cinsiyetimizden, cinsel yönelimlerimizden, inançlarımızdan ve hayallerimizden yana hepimizi kapsayan, kucaklayan bir dil, söylem, eylem ve yepyeni bir yaşam kurarak mı? Yıl, 2015.
1915 de uzak değildi
Yüzleşilmemiş ve özrü dilenmemiş 1915 Ermeni Soykırımı'nın bütün ah'ları yoluna çıkan cümle ah'ı da şapkasına katıp 2015'in üzerine yağacak belli ki. Bu ocak, aklımızı ve kalbimizi şimdiden kuruttu. Roboski'yle kapattığımız aralığı çocuk, trans cinayetleri; Paris Katliamı'yla açtık. Sırada, acısı hâlâ taptazedir diyeceğimiz Sakine'ler, Hrant Dink var. Ve arada nice çocuk ölümleri. Acı şeridinde yer kalmadı ey ocak, yeter!
Peki, ama n'apacağız?..
"Benim içime kurum yağarken ben nasıl sarı, pembe resimler yaparım" diyerek kapkara anlatılarımıza ve hayatlarımıza devam mı edeceğiz? Kurum yağmıyormuş gibi yapıp -en iyi bildiğimiz- sarı, pembe resimleri mi çizeceğiz? Avlularımız, ceviz ağaçlarımız, sularımız... Bedenlerimiz, hayallerimiz, aşklarımız... Çocuklarımız, arkadaşlarımız... Özgürlüğümüz çizik çizik edilirken n'apacağız?
Bana dair cevaplar bu yazının içerisinde var gibi, eksikleri gedikleri olsa da. Çok çaresiz kalır, hareket edemez hale gelirsem içime yağan kurumlara kalemimi batırıp yazarım yazabildiğim kadar. En azından.
Peki sen, sen n'apacaksın? (MK/YY)
* Alıntılar, sırasıyla: Birhan Keskin, Tezer Özlü, Cihat Burak.