Kısa bir süre önce, çok izlenen televizyon kanallarından birinde kariyer sahibi iki hukukçunun AKP’li bir siyasetçi ile tartışmalarını izledim.
Karşılıklı konuşmalar daha çok siyasetçinin dayatması şeklinde geçiyordu. Hukukçular suskundu.
Konuşurken de hukuk ilminin verilerini sergilemekten kaçınıyor, siyasetçiyi ha-evet tarzında onaylar gibi davranıyorlardı.
Siyasetçinin muhataplarına ve televizyon aracılığıyla bütün Türkiye’ye dayattığı arkaik düşünceleri bir nasmış gibi izlemek hüzün vericiydi. Manzaradan büyük elem duydum.
Tartışılan konu hukuk ve siyasetti. Konuşmacıları karşı karşıya getiren konu ise OHAL’in ve KHK’lerin keyfi uygulamalarıydı.
Tartışmanın özü yüz binlerce vatandaşın hukuksal hiçbir dayanak olmadan işinden atıldığına ve önemli bir bölümünün de tutuklandığına ilişkin uygulamalardı.
Siyasetçi mealen “Siyaset hukuktan üstündür. Hukuku belirleyen siyasettir. Hukukla bağdaşmadığı iddia edilen olaylar siyasetin takdiriyle gerçekleşmiştir ve meşrudur. Bunlar için hukuksal dayanak aranmaz. FETÖ’cü çete mensupları her kılığa girebilen sahtekârlardır. Onların şekli hukuk içinde yakalanması ve tasfiye edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle siyaset hukuka aldırmadan şüphelendiği her insanı görevden alma ve tutuklama hakkına sahiptir” diyordu.
Siyasetçinin, kendinden emin, dayatmacı tutumu karşısında hukukçular şaşkındı.
Evrensel hukuka gönderme yapmanın ve anayasa hükümlerini açıklamanın bir yararı olmadığını düşünmüş olmalılar ki, alçak perdeden “FETÖ’cü çetenin sivil üyelerini yakalamanın kolay olmadığını ve Türkiye’nin zor günlerden geçtiği” tezini kabul ediyor, ama her icraatın hukuk içinde yapılması gerektiğini belirtmekte çekingen davranıyorlardı.
Dolaylı yoldan da olsa siyasetçinin haklılığını onaylar gibiydiler.
“Ben bir siyasetçiyim! Hukuk kuralları beni ilgilendirmez” diyen AKP’li konuşmacının açıkça mugalâta yaptığını söylemeye, muhtemelen, cesaret edemiyorlardı.
Siyasetin gazabına uğramanın korkusuna kapılmış, terörize olmuş gibiydiler. Siyasetçiye karşı çıkmanın, FETÖ’yle iltisaklı oldukları suçlamasıyla gözaltına alınmaları, iddianameleri yazılmadan aylarca tutuklu kalmaları ihtimal dışı değildi.
Hukukçular haksız mıydı? Başta HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere on milletvekili, Cumhuriyet gazetesinin yazarları, Altan kardeşler, Şahin Alpay, Mümtazer Türköne, Ali Bulaç gibi yüzlerce aydın, gazeteci, Osman Kavala gibi sol eğilimli iş insanları ve AKP’ye muhalif pek çok vatandaş terör örgütleriyle iltisaklı oldukları iddiasıyla tutuklu değiller mi? AKP’li siyasetçinin mantığına göre bu olayları hukuk değil, ancak siyaset açıklayabilirdi.
Erdoğan, FETÖ’cü çetenin hezimetle biten 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra yaptığı açıklamada “Bu, bize Allahın bir lütfudur” derken, yeni dönemin iktidara emsalsiz olanaklar sağladığını ima ediyordu.
Nitekim kısa bir süre sonra OHAL ilan edildi ve o günden itibaren ülke KHK’lerle yönetiliyor.
Artık toplum yaşamında belirleyici olan hukuk değil, hiçbir denetime tabi olmayan ve idarenin rahatça kullandığı KHK’lerdir.
Hukukçularla tartışan AKP’li siyasetçi de “Siyaset hukuktan üstündür” derken Sayın Erdoğan’ın KHK’lere dayalı yeni düzenini tanımlıyordu.
Oysa hukuka dayanmayan ve keyfi biçimde yönetilen bir toplum devlet olamaz. Çağdaş toplumlarda hukuksuz yönetimlerin yeri ve saygınlığı yoktur.
Hukukçu-yazar Taha Akyol, devlet hayatında hukukun ve siyasetin yerini tanımlarken; “Siyaset için doğru yol, adaletin siyasetten üstün olduğunu kabul etmek, yeni bir anayasayla bunu gerçekleştirmektir. Hukukçu için de doğru yol, hukuku siyasetten üstün tutmaktır” [1] diyor.
Siyaset nedir, siyasetçi kimdir?
Siyaset Arapça siyasa sözcüğünden Türkçeye geçmiş bir deyimdir. Aslı seyis (at terbiyecisi) kökünden gelmekte olup terbiye anlamı taşır. Emir, yasak ve terbiye gibi manalarda da kullanılır.
Siyasetin sözcük tanımı esas alındığında siyasetçinin görevi düzenli bir toplum kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Siyasetçinin düzenli bir toplum oluşturabilmesi ise ancak önceden belirlenen kurallar çerçevesinde hareket etmesiyle mümkündür. Aksi halde düzenli bir toplum değil, kaos yaratılır.
Düzenli ve adil bir toplum oluşturmak için önceden belirlenen ve herkesin bilmesi gereken kurallar manzumesinin adı ise hukuktur.
Türkiye’deki kullanımı açısından ‘siyaset’ bir isimdir. Münhasıran toplumu yönetmeye talip örgütlerin yaptığı meşguliyeti tanımlar. ‘Siyasetçi’ ise bu örgütlerin üyelerini tanımlamak için oluşturulan bir sıfattır.
Siyaset ve türevlerinin Batı’daki karşılıkları politika, politik parti ve politikacıdır. ‘Siyasetçi’ sıfatının halk arasında olumsuzluk ifade eden anlamı da vardır. Özellikle her devrin adamı, entrikacı, fırsatçı, dolandırıcı olarak tanınan kimselerin ‘siyasetçi’ sıfatıyla yaftalandıkları bilinir.
Siyasetçilik bir meslek değildir. Belli bir eğitimden geçerek siyasetçi olunmaz. Siyaset ise, ülkede geçerli Anayasa ve hukuk kuralları ile uyumlu ekonomik, hukuksal, sosyal, yönetsel, eğitim, kültür, dış politika sorunları ile temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasına ilişkin ilkeleri kapsayan programları olan yasal örgütlerin etkinliğidir. Genelde siyaset üretenler partilerin tepe kadrolardır.
Bu kadroların hukuk, tarih, ekonomi, sosyoloji, diplomasi, genel kültür konularında bilgili ve yetkin olmaları arzu edilir.
Türkiye’deki partilerin içte ve dışta temsil yetkisi üst kadrolardır. Partilerin üst organlarında çalışmaya istekli yetkin üyelerin sayısı sınırlıdır. Parti içi demokrasi kısıtlı ve işlevsizdir. Temsil görevini yapanların dışındaki üyeler parti disiplini içinde itaat etmekle yükümlüdür. Üyeler, düşünce ve inançlarına aykırı da olsa üst organların kararlarına uymak ve bunları uygulamak zorundadır. Parti içi demokrasinin işlevsiz olmasının doğal sonucu olarak siyasal güç sınırlı ellerde yoğunlaşır ve demokratik örgütler yerine otoriter oligarşiler oluşur. Yönetici kadroların alt katmanı olan siyasetçi de oligarşik kadronun isteğine uyarak ‘siyaset hukuktan üstündür’ düşüncesini savunmak zorundadırlar.
Hukuk Olmadan Devlet Olmaz
İnsanlık tarihinde kabile, aşiret ya da göçebe hayatı yaşayan toplulukların nüfus yapısındaki süreklilik doğal olarak istikrarlı olmamıştır. İnsanlar bir taraftan diğer tarafa kolayca geçebilmişlerdir.
Zamanla topluluk bireyleri arasında farklı mesleklerin oluşmasına bağlı olarak, karşılıklı bağımlılık ve işbölümü gerçekleşmiştir. Böylece istikrarlı olmayan insan toplulukları istikrarlı toplumlara dönüşmüştür.
Toplumların gelişmesi, işbölümünün yaygınlaşmasına ve bireyler arası dayanışmanın artmasına yol açmış, yeni yaşamın yerli yerine oturması ve düzen içinde gelişmesi için bağlayıcı kurallara ihtiyaç hâsıl olmuştur. Toplumsal ihtiyacın belirlediği ortak kurallar hukuk ve bu kuralların adalet içinde uygulanması da devlet kavramını oluşturmuştur. Tarih göstermektedir ki, insan topluluklarının topluma dönüşme sürecinde önce hukuk sonra devlet oluşmuştur. Önceden belirlenmiş kuralları olmayan bir toplumun devletleşmesi ve düzen içinde varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
Türkiye OHAL ilan edildiği tarihten başlayarak, çoğu kez hukuksal dayanağı olmayan, denetime kapalı KHK’lerle yönetiliyor. Toplum adeta tarih öncesi bir yönetime mahkûm edildi ve artık hukuk değil, siyasetçi konuşuyor. Bu nedenle de sözünü ettiğim AKP sözcüsü göğsünü gere gere “Belirleyici olan siyasettir. Siyaset hukuktan üstündür” diyebiliyor.
Her ülkenin anayasasında, kargaşaya yol açan ağır toplumsal olaylar karşısında kısa süreli olağanüstü yönetimlere geçmeyi olanaklı kılan hükümler vardır. Ama hiçbir demokratik toplumda OHAL yönetiminin norm koyucu ve kalıcı rejim haine dönüştüğü görülmemiştir.
Türkiye’de de yüzlerce vatandaşımızın canına mal olan FETÖ’cü çetenin silahlı kalkışma hareketi üzerine haklı olarak 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan edildi. Failler kısa zamanda hezimete uğratılmış ve tutuklanarak adaletin önüne çıkarılmışlardır. Çetenin devlette ve toplumda yuvalanmış ve istihbarat örgütlerinin izledikleri yüz binleri bulan sivil uzantıları da darbe sonrası süreçte tamamen temizlenmiştir.
Bu durumda OHAL’in sürdürülerek ülkenin KHK’lerle yönetilmesinde hiçbir toplumsal yarar ve hukuksal gereklilik kalmamıştır. Aksine OHAL’in devamı faydadan çok zarar getirmekte, ekonomik, sosyal ve kültürel bakımlardan telafisi güç kayıplara neden olmaktadır.
Keza, süreklilik kazanan OHAL devlete ve devlet kurumlarına karşı güven kaybına yol açmakta... Özellikle adalet duygusu ve tarafsız yargı algısı değişmekte, hukukun yerini siyaset almaktadır. Bugün toplumda oluşan ve giderek yaygınlaşan bu olumsuz algıdır. Bunun en hazin örneği, AKP’li siyasetçinin hukuk otoriteleri karşısında yaptığı açıklamalarıdır.
AYM’nin Anayasa’nın 148/1 maddesini tartışılması mümkün olmayan kesin bir hüküm olarak algılaması ve KHK’ler hakkında AYM’de aykırılık davası açılamayacağına karar vermesi siyasetin hukuktan üstün olduğu algısını pekiştirmiştir.
Oysa AYM daha önce, bir hakkın kötüye kullanılması ihtimalini bertaraf etmeyi ve anayasanın temel felsefesini, 13, 15/1, 90/5 maddelerinin özünü göz önüne alarak OHAL ilanının amaçlarına aykırı KHK çıkarılamayacağına karar vermiştir. Buna karşılık idare AYM’nin son kararından yararlanarak yaşamın her alanını ilgilendiren, her türlü KHK’leri özgürce çıkarmaktadır. Artık ülke yasalarla değil KHK’lerle yönetilmektedir.
Örneğin, OHAL ilanı ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan Türkiye Varlık Fonu KHK ile kuruldu. Oysa Varlık Fonu Merkez Bankasına ait kimi yetkileri de kullanabilen ve Türkiye’nin ekonomik hayatını derinden etkileyen bir kuruluştur.
Meclis ihtisas komisyonlarında ve genel kurulda bütün yönleriyle tartışılarak olgunlaştıktan sonra Varlık Fonu Kanunu olarak çıkarılmasında sayılamayacak kadar çok ülke yararı olmasına karşın KHK ile çıkarılması büyük hatadır.
Keza Cumhurbaşkanının atayacağı rektör adaylarının seçimle belirlenmesi kanununun KHK ile kaldırılması da OHAL’in ilanı ile ilgisi olmayan bir tasarruftur.
Bunun gibi OHAL ile irtibatlandırılması mümkün olmayan ve kanunla düzenlenmesi gereken pek çok konuda, meclis devre dışı bırakılarak kanun yerine KHK çıkarılmıştır. KHK’lere karşı itiraz yolunun kapalı, kanunlara karşı açık olması ve kanun çıkarmanın zaman alacağı düşüncesiyle idare KHK’lerle yönetmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir.
Geçerli hiçbir nedene dayanmadan terörle irtibatlı oldukları şüphesiyle yüz binlerce devlet görevlisi (öğretmen, yargıç, savcı, güvenlikçi ya da akademisyen vb.) KHK’lerle görevden alınmıştır. Oysa masumiyet karinesi her yurttaş için geçerli bir haktır.
Artan şikâyet üzerine idare, bireysel mağduriyetleri önleyecek kararlar üretmek amacı ile yedi kişilik bir OHAL komisyonu oluşturdu. Aradan aylar geçmesine karşın Komisyon henüz çalışmaya başlamadı. Oysa komisyona 57 bin 340 başvuru yapılmıştır. Bugüne kadar karara bağlanan tek bir dosya yoktur.
Komisyonun kararından geçmeyen hiçbir dosya için yargıya başvurmak mümkün değildir. 60 bine yaklaşan dosyanın incelenip karara bağlamasının yıllar gerektirdiği açıktır. Bu nedenle OHAL komisyonunun, hak ihlallerini düzeltmek için değil, hak sahiplerini bezdirmek ve toplumu KHK rejimine alıştırmak için kurulduğu düşüncesi haklılık kazanıyor.
Sonuç olarak, OHAL’in hedefine ulaşmış olmasına karşın devam ettirilmesinde ve ülkenin KHK’lerle yönetilmesinde ısrar edilmesinin amacı, anayasa değişikliğiyle kurulan yeni düzende hukuka yer olmadığını, siyasetin belirleyici tek güç olduğu fikrini yaygınlaştırmak ve toplumu tek adam rejimine hazırlamak olduğu açıktır. (TZE/EKN)
[1] Taha Akyol, Adaleti Yönetmek, Hürriyet Gazetesi, 07. Temmuz. 2017