Martin Scorsese sinemayı sanat olarak önemseyen bir yönetmen, sadece film yönetip kenarda durmuyor, ilgiyle takip ediyor aynı zamanda, bir sinema sevdalısı.
Birçok filmin kopyasının yenilenmesinde önemli rolu var. Yine bir Rus devrim klasiği olan Soy Cuba'yı keşfedip dünya üzerinde dolaşımını sağlayan, yaygınlaştıran da Scorsese'den başkası değil.
Hugo, Scorsese'nin son filmi, sinema sanatına olan bir sevda, bir saygı duruşu. Ancak perdeye her baktığında heyecanlanabilen, görüntüler arasında kaybolurken emniyetli bir koltuğa yaslandığını hissedebilenlerin anlayacağı türden bir gösteri.
1930'lar Paris'inde küçücük bir çocuk olan Hugo, babasını erkenden kaybedince Paris garında saatleri kuran amcasının yanına sığınıyor, tek amacı ise babasının yarım bıraktığı otonomu (küçük bir robot) tamir etmek.
Hugo bir yandan oyuncakçıdan tamir için işine yarayacağı ufak tefek şeyleri aşırırken bir yandan da garda dolaşan polislere görünmemek zorunda; zira polisler başıboş gördükleri çocuklara pek de iyi davranmadığı gibi sonrasında da yetimhaneye kapatıyor.
Daha filmin başında Hugo oyuncakçıya yakalanınca elindeki küçük defteri kaptırıyor ama belli ki çok kıymetli bir defter bu, bu yüzden de onu geri almaktan vazgeçmeye niyeti yok; diğer yandan oyuncakçı adam da bu defterle fazlasıyla ilgili.
Film ilerledikçe ortaya çıkacak olan sürpriz ilişkiler, çatışmalar ve geriye dönüşlerle kendini açık edecek sırların tohumu işte bu defterin oyuncakçının eline geçmesiyle atılıyor. Oyuncakçının evlatlık kızı Isabelle ve Hugo'nun arkadaşlığı ile birlikte mesele bir "sır"rın peşine düşmekten daha öteye gidip, sinema tarihinin eski yapraklarının yeniden açılmasına vesile oluyor.
Brian Selzinck'in Invention of Hugo Cabret adlı resimli çocuk romanından uyarlanan Hugo, görüntüler, mizansenleri ve yarattığı duygu ile sakin, huzurlu bir yolculuğa çıkmış hissi veriyor. Perdede dolanırken zaman zaman Charlie Chaplin zaman da Buster Keaton çıkıyor karşınıza.
Hugo, başta bir çocuk filmi gibi görünebilir ama içerisine daldıkça çok daha farklı bir dünyanın filmi olduğunu anlıyorsunuz. Dostluğun, arkadaşlığın, samimiyetin, vazgeçişin, geriye dönüşün birçok şeyin "sinemasal" karşılığı.
Scorsese seyircisine bu kez masal anlatmayı tercih ediyor. Zaten Hugo'nun babası da sinemanın gündüz görülen bir rüya olduğunu söylüyor oğluna.
Sinema ilk ortaya çıktığında farklıydı, sihir gibiydi, insanlar için büyüleyiciydi, giderek endüstrileşirken bazı hisler görünmez oldu. Scorsese sinemanın gizemli olduğu zamanları anımsatarak bu hissi yeniden uyandırmaya çalışıyor.
Hugo, her ne kadar polisin onu kolundan tuttuğu sahnede "Sen benim ne kadar yalnız olduğumu bilmiyorsun" diyerek isyan etse de, sadece küçük bir çocuğun babasızlığının, yalnızlığının filmi değil aynı zamanda "hatırlamanın" "hafızanın" filmi.
İçinizde sinemaya dair bir kıpırtı varsa, Lumiere kardeşlerin çektiği ilk görüntülerden heyecanlanıyor ya da Georges Melies'in hareketli görüntüleri arka arkaya koyarak yarattığı sanatın gücüne biraz olsun inanıyorsanız, 3D gözlüklerin arkasından gözyaşlarınızı usulca silebilirsiniz zira Scorsese'in size anlatacakları var. (JB/EKN)