Bitlis doğumlu William Saroyan'ın 1971'de yayımlanan "Letters from 74 rue Taitbout: or, Don't go, but if you must, say hello to everybody" adlı kitabında yer alan "Hovagim Saroyan" adlı öyküsünü 24 Nisan Ermeni Soykırımının 97. yıldönümü dolayısıyla yayınlıyoruz.
* * *
Bir gece senin Fresno'nun kuzeyindeki bağında kaldığımızı hatırlıyorum, abim Henry'yi ve beni ihtiyar bir atın çektiği bir arabayla sen götürmüştün oraya. Bizim San Benito Avenue 2226 numaradaki evimizle senin bağın arasının yalnızca yedi kilometre olduğunu artık biliyorum, çünkü son zamanlarda epey kullandım o yolu ama o zaman bize çok uzun gelmişti.
Henry ve ben yolcular gibi arkada oturuyorduk, sen önde, yukarıdaki koltukta. Kimse konuşmuyordu, belki senin dilin Ermenice, bizimkisi İngilizce olduğu içindi, gerçi biz Ermenice de konuşabiliyorduk; ama bence susuyorduk çünkü seninle arabada gitmekten hoşnuttuk.
Sıcak bir günün ikindi vakti bizim eve geldin ve anneme "Takuhi," dedin "izin ver çocukları çiftliğe götüreyim, onları tavşan avlamaya götürürüm, birlikte yemek yeriz, eski memleket şarkıları dinleriz, sabah kilise vaktine kadar da getiririm. Eve yalnız gitmek istemiyorum." Annem de "Hovagim, eğer istiyorsan götür" dedi. Ve gittik.
1917 yılıydı, bundan tam elli yıl önce, belki yine bunun gibi bir temmuz ayıydı ve sen orada, o bağda yalnızdın.
Karın ve iki oğlun Bitlis'teydiler yahut oralarda bir yerlerde, eğer ölü değillerse, eğer öldürülmemişlerse ya da pek çokları gibi Bitlis'ten çöle doğru uzun bir yürüyüşe koyulup, yine pek çokları gibi yolda açlıktan ve susuzluktan ölmemişlerse.
Ama eğer yaşıyorlarsa bile, sen onlardan hiç haber alamamıştın, ne de onları gören herhangi birinden. Belki de çocuklar hayattaydılar ama kim olduklarını bilmiyorlardı, hatırlamak için çok küçüktüler, onları bir yetimhaneye götürmüş ve yeni isimler vermişlerdi.
Ama senin yalnız olduğunu, başına neler geldiğini annem birilerine söylerken duymadan önce de biliyordum ben.
Sen Amerika'ya çalışmaya gelmiştin, karına para gönderecektin, böylece o ve oğulların da yanına gelebileceklerdi ama işler umduğun gibi gitmedi. Başlangıçta sen mektupla para gönderiyordun, karın cevaplıyordu ama sonra bir zaman geldi cevap vermez oldu, koca bir yıl geçti, sonra koca bir yıl daha ve sen hâlâ tam olarak neler olduğundan habersizdin. Tahmin ediyordun ama emin değildin.
Seni hep tek başına görüyordum, kağıt oynayanlarla dolu Aras Kahvesi'nde bile. Seni ilk gördüğümde, bizim evin salonunda kahveni yudumlarken, yalnız olduğunu biliyordum, bu yüzden "Eve yalnız gitmek istemiyorum" dediğinde neden bahsettiğini hemen anladım; hani küçük bir çocuk bu tür şeyleri hemen bilir ama hakkında asla konuşamaz ya, işte öyle.
Arabanın arkasına kurulmuş senin bağına ve oradaki küçük bağ evine giderken seni bu kadar yalnız yapan şeyin ne olduğunu düşündüm, sonra sebebin babanın seninle birlikte olmaması olduğuna karar verdim, çünkü biz çocuklar, sanırım hep böyle düşünürüz, kendimiz için doğru olan şeyin gerçek sebep ne olursa olsun başkalarını da yalnız yapan şey olduğuna inanırız. Senin baban ve annemin babası kardeştiler, annemin babasının Bitlis'te öldüğünü ve ölürken annemin annesine şöyle dediğini biliyordum: "Aileyi buradan götür, burayı terk et, nereye olursa ama burada daha fazla kalma, eğer becerebilirsen Amerika'ya git."
Ve ihtiyar elbette becerdi, kolay olmadı ama, kağıtları kontrol edip damgaları basan adamlara birer altın vermesi gerekti. Bir de şu yol parası vardı tabii, önce yüksek dağların arasında dolanan dar patikaları katır sırtında aşarak Bitlis'ten Erzurum'a, sonra 1905'te abim Henry'nin doğduğu Erzurum'dan Trabzon'a gittiler. Bir gemi onları önce İstanbul'a, oradan Marsilya'ya taşıdı ve orada trenle Fransa'yı baştan sona kat edip Le Havre'ye gidebilecekleri yol parasını denkleştirinceye dek hep beraber çalıştılar, sonra Le Havre'den New York'a kalkan gemiye herkesin binebilmesi için gerekli parayı biriktirinceye kadar yine çalıştılar - uzun bir yolculuktu, geminin en alt kısmında, yüzlerce ailenin kendi yemeklerini yapıp yer yataklarını serdikleri kasara altında, ardından Ellis Adası'ndaki korku dolu saatler geldi.
Herkes "bono"ydu, Lucy hariç, annemin annesi, elinde mührü olanlardan biri onun Bitlis'e geri dönmesi gerektiğini söyledi. Bütün aile çılgına döndü. Saatlerce kimse inanamadı olanlara, herkesi bir ölüm sessizliği sarmıştı ama o zamanlar en fazla kırk yaşını süren o ihtiyar kadın şöyle dedi: "Umutsuzluğa kapılmayın, tanrı yardımcımızdır."
Ertesi gün gözleri yeniden muayene edildi ama bu sefer sanki hiçbir şey olmamış, bu tetkik çok önemsiz bir şeymiş gibi elinde mühür tutan başka bir adam onayı basıverdi ve "Bono" dedi.
Böylece ailenin gücü, otoritesi, inancı, aklı ve kaderi olan kadın aileyi yalnız bırakmamış oldu.
Seni bu kadar yalnız yapan neydi? Çoğumuz bir aradayken bile bizi bu kadar yalnız yapan şey neydi, diye hep düşündüm ve bu şeyin, en azından kısmen güçlü insanlar olduğunu anladım, belgeleri, mühürleri olanlar, kuralları ve kaideleri belirleyenlerdi bizi bu kadar yalnız yapanlar, dünya hep böyle adamlarla doluydu. İnsanları korkutanlar onlardı. İnsanları öldürenler onlardı.
Sonunda senin bağa vardığımızda, bizi ineğin yanına götürdün. İneği sağdın ve bize içmemiz için taze süt ikram ettin. Süt ılıktı, o an için bir sorun yokmuş gibi görünüyordu ama bir saat sonra, tavşan avındayken, ikimiz de kustuk. Hızla koşan bir çift büyük tavşan gördük ama vuramayacağımız kadar uzaktaydılar, sonra senin küçük bağ evine döndük ve sen bize domates ve biber dolması, salatalık, yufka ekmek ve yoğurttan bir akşam yemeği hazırladın. Ardından evin salonunda oturduk ve bize hışırdayan plakçalarında eski Ermeni türküleri çaldın. Müzik mağrur, güzel ve alabildiğine yalnızdı. Sonra ikimiz de uyuyakalmışız, bizi yataklarımıza sen taşımışsın.
Hovagim, sabah uyandığımda ilk önce senin evinde olduğumu anlayamadım. Burun deliklerimde bir hüzün ve yalnızlık kokusu vardı, nerede olduğumu hatırlamıyordum ama kendi evimde, kendi yatağımda olmadığımı biliyordum. Sonra hatırladım. Hovagim'in evindeydim. Giyindim ve dışarı çıktım, hemen oradaki büyük ağaçtan incir yedim sonra abim Henry de geldi ve o da incir yedi. Sonra "Başkasının evinde uyumak ne tuhaf değil mi?" dedi. Ve ben hayretle "Sen de fark ettin mi?" dedim.
Biraz sonra senin bağdaki su yollarını değiştirip arkların arasından geldiğini gördük ve sen bize İngilizce "Tamam çocuklar, hadi bir şeyler yiyelim" dedin. Bize çay yaptın, bazlama ısıttın, peynirli dürüm hazırladın, haşlanmış yumurta, dilimlenmiş kuru et, bahçeden yeni toplanmış bir dolu maydanoz ve nane, domates ve uzunlamasına dilimlenmiş salatalık yedik.
Sonra sen ihtiyar atı arabaya koştun ve eve doğru yola çıktık. Hepsi bu, Hovagim. Ama hayatımın en büyük deneyimlerinden biriydi, neden diye sorma bana. Öyleydi işte. Sanırım senin iyiliğin ve yalnızlığın yüzünden. İnekten sağdığın o taze süt yüzünden olmadığı kesin -zehirdi be o.
Seni kasabada, orda burada, birkaç yıl daha gördüm ve sonra sana dair her şeyi anar olduk.
Dilerim oğullarının ikisi de sağ kurtulmuşlardır, isimlerini kaybetseler bile dert değil, çünkü başka bir isimle de olsa mutlu olabilirler bence.
* William Saroyan (1908-1981), Bitlis'ten Amerika'ya göç etmiş Ermeni bir ailenin, orada doğan ilk ferdi olarak 31 Ağustos 1908'de 'de Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında dünyaya geldi.
Bir Presbiteryen rahibi olan babası, Saroyan üç yaşındayken ölünce, annesi Saroyan'ı ve üç kardeşini yetimhaneye vermek zorunda kaldı. Yetimhanede geçirilen beş yıldan sonra çocuklar annelerine kavuşarak Fresno'da bir araya geldiler.
Resmi eğitimle bir türlü yıldızı barışmayan Saroyan on beş yaşında okulu terk etti. Çeşitli işlerde çalıştı. Asıl hedefi yazar olmaktı. Bunun için bir yandan da öyküler yazmayı sürdürüyordu.
İlk öyküsü Story dergisinde 1933 yılında yayınlandı. 1934 yılında ise Random House yayınevi tarafından The Daring Young Man on the Flying Trapeze and Other Stories isimli kitabı yayınlandı ve o yılın en çok satan öykü kitabı oldu. Bundan sonra artık hep yazdı. 1939 yılında The Time of Your Life oyunuyla Pulitzer Ödülü'nü kazandı, ödülü reddetti. Saroyan hayatı boyunca altmışı aşkın kitap -öykü, oyun ve roman yazdı.
Düzyazıda kendine özgü bir tarz yarattı. Akıcı, konuşur gibi, coşku dolu bu tarz kendi adıyla "Saroyanesque" olarak anılır oldu. Kendisinin de söylediği gibi, Saroyan, öykülerinde tek bir şeyi anlatır: insanı. Yazarken içten ve yalındır. Onun eserlerinde süslü tabirler, söz oyunları aramak boşunadır. Öykünün bütünü ve konu esastır.
William Saroyan, klasik tabirle hızlı bir hayat yaşadı, dünyayı ve bu arada ata yurdu Bitlis'i gezdi. 18 Mayıs 1981 tarihinde doğduğu yerde öldüğü zaman adı Amerikan edebiyatının en iyi kısa öykü yazarları arasına çoktan yazılmıştı bile.
UNESCO 2008 yılını Saroyan Yılı ilan etti. Köklerine ve atalarının kültürüne bağlılığıyla, Saroyan, daha 1935'te Avrupa gezisinin bir durağı olarak Sovyet Ermenistanı'nı ziyaret eder. Üçüncü ve 1978'deki son ziyaretinde, yetmişinci yaş gününü de dostlarıyla birlikte orada kutlar. Vasiyeti üzerine, naşının bir bölümü Ermenistan'a götürülerek Erivan'daki ünlüler panteonuna gömülür.
Kısa öykü ve oyunları ile tanınmıştır. Özellikle Ermeni göçmen çocuklarının yaşadıkları zorluklar ile ilgili yazmıştır. (BK)
** Çeviren: Bülent Kale - Tlaxcala