Görsel: PİRHA-6 Kasım 2019 İstanbul Üniversitesi'nde YÖK protestosu
“Hocam, biraz demokrat olamaz mısınız?”
Bu soru, 1984 yılında, 18 yaşındaki bir üniversite öğrencisinin profesör hocasına yönelttiği bir soru. Hocasının da fark ettiği gibi bu soru bir sitem, itiraz hatta başkaldırı bile içeriyor.
Bu soruya neden olan durum ise şu: Sosyal bilimlerin bir dalında üniversite öğrenimi gören öğrenci, bitirme tezinin konusunu kendisi belirlemek ve bilim dalının yöntemlerini kullanarak araştırıp tez olarak sunmak istiyor.
Sorun şu ki, bölümün hocaları öğrencilerin kendi tez konularını belirlemelerini istemiyorlar. Bütün bir sınıfın, bölüm hocalarınca belirlenen tek bir konuyu hocalarının denetiminde yapmalarını istiyorlar.
12 Eylül ve YÖK
Bu isteklerinin siyasi altyapısı, psikolojik ve pratik nedenleri var.
Siyasi altyapısı, 12 Eylül darbe yönetiminin ülkeye ve üniversitelere yaptıkları. Bu konuya girmek yazının kapsamını aşar, üniversiteler özelinde bir-iki 12 Eylül darbından söz etmekle yetineceğim: YÖK’ün kurulup üniversiteler zapturapt altına alınması, 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçentin, 1402 sayılı kanunla üniversitelerden uzaklaştırılması. 12 Eylül’ün üniversiteleri darbı AKP yönetimindeki darplarının şiddeti ile kıyaslandığında durum size de şaşırtıcı ve kahredici gelmiyor mu?
Psikolojik nedene ilişkin o dönemdeki gözlemlerime dayanarak, şöyle diyebilirim: 12 Eylül öncesinin öğrenci merkezli üniversitelerinde kimi hocaların, güçlerinin ve iradelerinin sınırlandırıldığına dair hislerinin, darbe ertesinde yerini, öğrenciye yönelik içinde öfke ve hizaya getirme duygusunu barındıran, “Şimdi benim zamanım” yaklaşımına ve tavrına bırakması.
Pratik nedenine gelince, bilgi toplayıcı olarak kullanılan öğrencilerin ortaya koyduğu çalışmaların toplamı, hocaların doçentlik, profesörlük tezi ya da yazdığı kitaplar haline pekala gelebiliyor oluşu. Tabii bunlar eskinin dertleriydi, şimdi intihaller yetiyor.
“Hocam, biraz demokrat olamaz mısınız?” sorusunu soran öğrenci bu soruyu soruyor, itiraz ediyor, çünkü kendi ilgisini çeken, araştırmak istediği bir konu var. Belki de öğrenci, bu bilim dalını, kazanabildiği için değil de, bilim dalına gerçek bir ilgisi ve hatta istidadı olduğu için seçmiş.
Öğrencinin araştırmak istediği konuya hocasının, “Hayır yapamazsın” demesi üzerine de öğrenci, hayal kırıklığını, korkusunu, heyecanını bastırmaya çalışırken ağzından “Hocam, biraz demokrat olamaz mısınız?” sözleri çıkıyor.
Demokrasi bir görülebilse…
Bunun üzerine hoca, demokrasinin kızın hayatındaki yerini sorguluyor. Şöyle soruyor hoca, “Kızım, sen demokrasiyi ilkokulda mı gördün?”
Aslında ne kadar mütevazı bir arayış, görme fiili kullanılarak girişilen bir sorgulayış, yalnızca bir an, kızın hayatının herhangi bir anında, bir hayat kesitinde ah o demokrasi bir görülebilse...
Gel gör ki kız, ilkokuldaki demokrasiyi aramaya kalktığı an parmak uçları, sıra dayaklarında öğretmenden yediği cetvel kenarı darbeleri ile bir kez daha sızlıyor.
Islak söğüt dallarından dönüştürülen kamçıların şaklama sesleri, "ilkokul" imgesi olarak kızın zihninde yankılanıyor.
Fakat yine de en çok acıtanın, nedeni hiçbir zaman öğrenilemeyen, anlaşılamayan, beklenilmeyen anlarda, ağızların üzerine yenen, ağızları birer açık yaraya dönüştüren, yaranın bütün irinini, yanardağlardan fışkıran lavlar gibi, ağızdan çıkacak sözlerle akıtmak isteği uyandıran ya da ebediyen susturan darbelerin olduğunu anımsıyor.
Üniversite öğrencisinin ağzından, üniversite hocasına karşı bir ağız dolusu " Hayır" çıkıyor.
Henüz ilkokul anımsamalarının etkisinden olsa gerek,"Ortaokulda mı gördün?" sorusuna demokrasiyi ortaokulda hiç aramadan, "Hayır" diyor.
"Lisede mi gördün?" sorusunda, bir saniyelik sürede dönemin demokrasi düzey ile bağlantılı onlarca yaşanmışlık zihnine hücum ediyor.
Kız lisesindeki sınıflarının, okul yöneticileri ve öğretmenler tarafından ikide bir basılıp öğrencilerin çantalarının, defter- kitaplarının didik didik aranmasını, pamuklarını, petlerini, rujlarını, sevgiliden gelen mektupları ya da bizzat yazılmış olanları, Yılmaz Güney'in kartpostalını, Nazım Hikmet'in şiirlerini nereye saklayacaklarını şaşırışlarını, korkularını anımsıyor.
Milli güvenlik dersinin asker öğretmeninin, sınıfa girmeden önce kapıdaki nöbetçi öğrenci tarafından verilen “Dikkaat!” komutunu, sırtını 12 Eylül’e dayamış bu genç, yakışıklı, kendinden emin askerin, “En yakınınız bile olsa terörist olduğundan şüphelendiklerinizi, güvenlik güçlerine bildirin, bu hem onlara iyilik olur, hem vatana. Kimseye söyleyemiyorsanız öğretmenlerinize, bana söyleyin” minvalinde sözlerini, dersin içeriğinin adeta ideoloji bombardımanı oluşunu, dinsiz devlet olamayacağı, geleceğin anneleri olacak kız öğrencilerin, itaatkâr olmasının gerekleri üzerine uzun nutukları dinleyişlerini ve daha birçoklarını hatırlıyor.
“Hayır,” diyor, demokrasi lisede de görülmemiştir.
Bu kez sıra aileye geliyor: “Peki demokrasiyi ailende mi gördün?”
Aile ki, patriyarkal anti-demokrasinin rahmi.
Hiç oyalanmadan ona da “Hayır,” diyor.
Ve soruyor kız, “Hocam, üniversitede göremez miyim?”
Cevap geliyor: “Göremezsin!”
Israrla devam ediyor: “Hiç mi şansım yok?”
Cevap aynı: “Yok.”
Gerçekten de göremiyor.
Fakat öğrenci kendi seçtiği konu üzerinde çalışmasını sürdürüyor.
Karakola çağrılıyor, görüşme yaptığı insanlar İstanbul’un merkezinde bir sokakta yıkık dökük tarihi ahşap evlerde yaşayan insanlar.
Bu sokakta yaşayanlar, çoğunlukla yerlerinden yurtlarından edilmiş, Türkçeyi yalnızca gençlerin ve okul çağı çocuklarının konuştuğu, hamallık, seyyar satıcılık türü işler yaparak ayakta kalmaya çalışan Kürtler.
Memur beyler, öğrenciye, bu insanlar arasında sakıncalı insanların olabileceğini, bunları kendilerine bildirmeleri gerektiğini, kendisinin de başına kötü şeylerin gelebileceğini gayet dostane anlatıyorlar. Öğrenci anlatılmak istenenin üzerinde duramayacak, ciddiye almayacak kadar deneyimli, kendi hayalleriyle meşgul.
Bölüm de başlangıçta, artık daha fazla sınıfça yapılacak çalışmaya katılması için diretmiyor. Ancak, araştırmasında epey yol almışken, kendisine konuyu bırakması gerektiği, bir alt sınıfla yine ortak yapılacak çalışmaya katılabileceği ya da mezun olamayacağı söyleniyor.
Aradan yıllar geçiyor. Susurluk kazası olmuş, kaza, derin devlet, devlet ve mafya işbirliğinin adeta turnusol kağıdı.
Bu turnusol kağıdın açığa çıkardığı gerçekliğe ilişkin toplumda bir yüzleşme, belki demokrasinin “d”sini görmeyi talep etme imkânı doğmuş, “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başlamış.
Eski öğrenci bir radyo kanalında eski hocasını dinliyor. Hoca, Susurluk kazası ve Türkiye’nin demokrasiyi inşa etmesinin gereği, ihtiyacı üzerine bir konuşma yapıyor.
Ne güzel.
Demokrasi mi üniversiteden, üniversite mi..
Şimdi bir kez daha, o müthiş sorudan uyarlanmış, bir sorunun zihin dünyasına dahil olalım: “Demokrasi mi üniversiteden çıkar üniversite mi demokrasiden?”
Demokratik üniversitenin yaratıcısı demokratik bir toplum mudur yoksa demokratik toplumun yaratıcısı demokratik üniversiteler midir?
Ya her ikisi de, sürekli düşük yapmaya zorlanıyorsa, doğacak olandan, sağlıklı, nur topu gibi bir gelecekten endişe eden kesimlerin iktidarlarının darbeleri ile, toplum ve üniversiteler sürekli ölü doğurmak zorunda kalıyorlarsa?
Her ikisi de bir adım ileriye gitmek yerine, doğurganlığı elinden alınıp baskı, şiddet, karanlık üretmek dışında hiçbir şey yapılamayan köhnemiş, çürümüş yığınlara dönüştürülüyorsa?
O zaman yapılması gereken nedir?
Demokrasiyi bir türlü doğurup besleyemeyen sürdüremeyen, zürriyet veremeyen toplumun ve üniversitenin birbirine sahip çıkması değil mi?
Demokrasi olmadan bilimin, objektif bilginin, teamülün, etik değerlerin, üretilmediğini, üniversitelerde de toplumda da üretilemeyeceğini bizzat gören, deneyimleyen hocaların, öğrencilerin, sonra, daha önce üniversite sıralarından geçmiş ya da geçmenin özlemini duymuş, çocuklarının, adı üniversite, varlığı market üstü diploma dükkanları olanlarda ya da tek üretimleri kendilerini atayanlara sadakat aktiviteleri olan hükümet okullarında değil de, hâlâ, her şeye rağmen, üniversite olarak kalabilmiş, dünyada da üniversite sayılanlardan birine girmesi için çalışıp didinmekten kendi hayatlarını ertelemiş anne babaların hakkı değil mi?
Sonra toplumun, ekonomik, siyasal, sosyal, psikolojik sorunlarla inim inim inleyen, çözüm için bir el uzatan bulabilmek bir yana, sorunlarını ifade ettiklerinde, ötekileşmeyle, şiddetle karşılaşan, Nazilerin, Yahudilerin göğüslerine taktıkları birer sarı yıldız gibi hükümetçe terörist olarak işaretlenenlerin, şu an Boğaziçi Üniversitesi gibi bir üniversitenin antidemokratik uygulamaların şahikası ile yok edilmesine, hocalarının ve öğrencilerinin 12. Cumhurbaşkanı’nın emir eri kılınmasına engel olmak için güçlü bir itiraz geliştiren, demokrasi talep eden, Boğaziçi Üniversitesi hocalarına ve öğrencilerine, üniversite gençliğine sahip çıkması, kendilerine de sahip çıkması değil mi?
Bu her yurttaşın, bir birey olarak hem kendine karşı hem toplumuna karşı sorumluluğu ve yurttaşlık görevi, hadi diyelim, vatanseverliği değil mi?
İşte hepimize, sürekli darp edilmeye, tüm darbeler karşı durabilmek, 12 Martların, 12 Eylüllerin, 12. Cumhurbaşkanı’nın sultasından sıyrılmak, demokrasiyi görebilmek için bir fırsat daha.
Bu fırsatın bu topluma bir kez daha sunulmasında, emeği geçen tüm Boğaziçililer, Boğaziçi’nin haklı talebini destekleyen tüm hocalar, öğrenciler, gençler, demokrasi güçleri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu ülkenin düşünce, bilim, sanat, kısaca yaşam üreten dinamik gücü, onuru, vicdanı olmayı sürdürecekler.
(FÖ/EMK)