*Görsel betimleme: Zehirli amonyak ve fosfat köpüğüyle kaplı Yamuna Nehri'nde iki kişi görülüyor. Ön planda sarı bir geleneksel kıyafet giymiş bir kadın, suyun içinde dururken, arka planda pembe bir kıyafet giymiş başka bir kişi daha var. İkisi de suyun içindeyken köpüklerin arasında yer alıyorlar. Arkada büyük beton köprüler ve sütunlar görülebiliyor.
"Bugün tanık olduğumuz şey, bazı insanların her şeyi sahiplenmek istediği bir dünyanın enkazıdır — toprak, su, hava, ormanlar, nehirler, dağlar ve hatta ruhlarımız. Bu tür bir açgözlülük, bizi iklim felaketi eşiğine sürüklüyor."
Hindistanlı yazar, düşünür ve hak savunucusu Arundhati Roy, ülkesinin iklim krizinden nasıl etkilendiğini bu cümlelerle anlatıyor. Arundhati Roy, iklim krizinin Hindistan üzerindeki etkilerini oldukça eleştirel bir şekilde ele alıyor çünkü düşünür, iklim krizinin Hindistan'da büyük ölçüde yoksulları etkilediğini ve toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştirdiğini savunuyor.
Roy, ayrıca Hindistan’da su kıtlığı, tarımsal verim düşüşleri, aşırı hava olayları ve doğal afetler gibi sorunları önlemek için hükümetin çözümlerinin de son derece yanlış olduğunu ve sermayenin çarkları döndüğü müddetçe bunların bir sorun olarak ele alınmayacağını belirtiyor.
Hindistan’daki ve genel olarak dünya üzerindeki tüm zenginlerin iklim krizinden daha az etkilendiğini söyleyen Roy’un ekolojik adaletin sağlanması için yazdığı yazılar, bu konudaki en önemli örneklerden.
Sıcaklığa bağlı ölümler ülkesi
Yerel toplulukların güçlendirilmesi ve sürdürülebilir kalkınma politikalarının benimsenmesi gerektiğini savunan Roy, ekolojik adaletin tezahürü için de kolektif hareketlerin hayati önemde olduğunu savunuyor.
Roy’un yazdıkları her ne kadar yüreğimizi ferahlatsa da Hindistan’ın, iklim krizinin etkilerini yoğun bir şekilde yaşayan ülkelerden biri olduğu gerçeği uzun süredir değişmiyor.
Aşırı sıcaklara bağlı ölümler, ülke genelindeki önemli sorunlardan biri. Hindistan Sağlık Bakanlığı'nın verilerine göre, her yıl binlerce insan aşırı sıcaklar nedeniyle hayatını kaybediyor. Hindistan aynı zamanda, dünyanın en yüksek hava kirliliği seviyelerine sahip ülkelerinden.
Rahul Jain’in yönetmen koltuğunda oturduğu ve 2021 yılında Sundance Film Festivali'nde prömiyerini yapan “Invisible Demons” (Görünmez Şeytanlar) belgeseli, iklim krizinin Hindistan üzerindeki etkilerini ve özellikle Delhi gibi büyük kentlerde yaşayan insanların günlük yaşamlarını nasıl etkilediğini anlatıyor.
Jain, tıpkı 2017 yapımı "Machines" filminde olduğu gibi bu belgeselde de dünyanın en kirli kentlerinden biri olarak derecelendirilen Delhi'ye odaklanıyor.
Belgeselde Hindistanlı yayıncı NDTV'nin videoları ve raporları, filme gerçekçi bir şekilde yerleştiriliyor. Belgeseldeki en etkileyici anlar neredeyse tamamen görsellerden ibaret. Bir de elbette özellikle çocukların ve kadınların aktarımlarında.
NDTV spikeri, Delhi’de hava kirliliğinin en yoğun olduğu günlerden birinde sokakta kalmak zorunda olan insanlara mikrofon uzatıyor ve aldığı yanıtlar hemen hemen aynı oluyor: “Havadan dolayı uzun süredir öksürüyorum”, “Gözlerim yanıyor”, “Sanırım ciğerlerim asla düzelmeyecek”, “Bizi artık Tanrı bile kurtaramaz”.
“Klima bizim için iyi bir şey değil”
Hindistan’da, özellikle Delhi’de hava kirliliğinden ötürü okulların sık sık tatil edildiği haberlerine alışkınız; fakat gözden kaçırılan nokta evsiz çocukların okul tatil olduğunda nereye gittiği. Sokakta anne ve babasıyla kalan çocuklar, okulları kapalı olduğunda ne yazık ki gün içerisinde daha fazla kirliliğe maruz kalıyor.
Delhi’de klimaları olan evlerin balkonunda en az dört klima dış ünitesi var. Ancak klimaya erişimi olanların kim olduğu belgeselin başında da görüldüğü ve Arundhati Roy’un sıkça vurguladığı gibi zenginler. Belgeselde aktarımlarına yer verilen işçilerden biri şöyle diyor: “Klimalı yerde çalışamam. Çıktığımda bu sıcaklıkla burun buruna gelip hasta olacağım. Klima bizim için iyi bir şey değil.”
Belgeseldeki çarpıcı detaylardan bir diğeri ise kentteki su sorunu. Büyük su tankerleriyle temiz suya erişimi olmayan mahallelere getirilen su, bidonlar aracılığıyla halka dağıtılıyor. Bu, özellikle çocuklar için güç bir “mesai”. Çocuklar evlerine su taşıyabilmek için okullarından izin alıyor ve kilolarının neredeyse beş katı ağırlıktaki su bidonlarını taşıyorlar. Çocuklar bu ağır işi kolaylaştırmaya ve eğlenceli hale getirmeye çalışsalar da izlemesi bile hayli zor iş bu. Kentteki su sorununu, yaşlı bir erkek şöyle anlatıyor: “Kimseden su isteme. Çay iste, soğuk içecek iste; ama kimseden bir bardak su isteme. Zaten kimse veremez de.”
Kirlenen su kaynakları
Belgeseldeki en can acıtıcı çekimler ise kutsal olarak da addedilen su kaynaklarının nasıl kirletildiğini ve kuruduğunu görmek. Su sayesinde geçimini sağlayan insanların günbegün yoksullaşmasının yanı sıra, bazı balık türlerinin artık olmayışı hayli üzücü. Fabrika ve sanayi tesislerinden gelen kimyasal atıkların nehir ve göllere karışmasıyla su kalitesi gittikçe düşen Delhi nehirlerinden artık bırakın su içmeyi, yanından geçmek bile hastalık riski doğuruyor.
Bu nedenle de özellikle Delhi’nin yoksul kesimlerinde ishal, kolera, tifo ve hepatit gibi su kaynaklı hastalıkların yayılması için hayli uygun bir zemin var.
Yönetmen Jain, pek çok ekolojist gibi insan müdahalesinin azalmasıyla doğanın kendini yenileyeceğine inansa da belgeseli kapattıktan sonra uzun süre gözünüzün önüne gelen görüntüler ve gerçekler bunun aksini söylüyor. Neoliberal politikalar ekonomik büyümeyi hızlandırırken, doğal kaynakların aşırı kullanımını ve çevresel zararların artışını da teşvik ediyor. Söz konusu yenilenmeye ve iyileşmeye neoliberal çağın hangi politikası izin verecek? Bu sanırım önümüzdeki en büyük soru işareti.
(TY/RT)