Yaşar, gezer, sever, izler; ama en çok da mimar, sanatçı, yazar Mehmet Atlı’nın Eylül 2014’te İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabına dair bir sezer-yazar deneme yapacağım.
Çok keyiflendim okurken, düz bir Diyarbakırdansa çingenesine, muhacirine; yer yer herkesliğine yer yer kimsesizliğine değen yazılar okudum, keyif denilen teşgaleye (Van’da böyledir bu sözcük) dam oldum.
Bazen susar-gezer-yazar-eder de dedim Atlı’ya. Neyse ki, bunu çok da diyemedim. Sürdürülmesini istedim bu bahsin, mesela bunun İstanbul’unu, Ankara’sını okumayı... Yazı böyledir, kış mevsiminde bile özlenilen bir yazı erken getirir. Özlem ve yazı bir seyyariye zamandadır.
Diyarbakır demişken, Birikim’in 307. sayısının dosya konusu “Edebiyatta Kürtler”di. Yazıları okumuşken, hele Murat Belge’nin o sayı içinde Kürt edebiyatına dair yazdıkları aklımdan çıkmayan bir hazır ve nazırlıktayken, bu sefer de Atlı’nın dili, heyecanı düştü aklıma. Sonra çokluğu, sanatçılığı, mimarlığı ve henüz dalından düşmeyenleri de düştü. Yer yer çıkamadım, ama Mehmet Atlı’nın heyecanı bunların hepsinin önüne düştü, ben de onun peşine düştüm.
Sevindim, sevdim. İz verdi, sır verdi kitap, işte bunlara dair bir “teşgalenin” içinden taşanların ne olduğunu önce ifade edeyim...
Kitap evvela “Herkesin Bildiği Kimsenin Bilmediği” diyen bir altbaşlıkla Diyarbakır’ı anlatıyor. Aslında Atlı sadece Diyarbakır’ı anlatmıyor, yer yer bahsi geçtiği ve benim de öğrendiğim üzere “Diyarbekira Reş”, “Diyarbekira Xopan”, “Diyarbekira Şewitî”/Kara Diyarbakır, Viran Diyarbakır, Yanmış Diyarbakır’ı anlatıyor. Yerinden, bir mahur beste vaktinde veya horozun ötüşüne hazır bir seher yelinde. Anlatıyor da anlatıyor; memleketliliğe has bir kavuşma hürmetiyle ve “az mı ekmeğimizi yedin, şerefsiz” diyen Siti Ana gibi olay yerine has bir titizlikle...
Bu anlatının melodisi çoğu zaman türküler... Yer yer nehrinin kenarından, yer yer kavganın içinden, yer yer dişinden, tırnağından anlatıyor. Bazen fotoğraflarla anlatıyor, mesela, kitabın kapağında da olan üç amcanın fotoğrafıyla, ellerindeki defterlerle, birinin taburesinin altındaki erzak torbasıyla, xurç’la anlatıyor.
“Kent hakkı” denilen meseleye el bile atmadan ama doğrudan içinden, pratiğinden, sessizliğinden anlatıyor; şehrin kendi söküğünü, terzisini, iyi top oynayan Vahit Abi’sini anlatıyor. Sorarak ve yorarak anlatıyor, kimi kimi “küşe”sinden anlatıyor; e, olacak o kadar! “Kalesinden”, “surundan”; “nehrinden şehrinden”, hallerinden, halsizliklerinden...
Nahan da şöyle anlatıyor, “inanmıyorsan ölç de bak”:
“’Ama şehir, seslerdir sevgili okur-dinler’ demek ve bunu biraz açabilmek isterdim, doğrusu.
“Şehir seslerdir. Vahşi ya da uysal; doğanın da sesler olduğu gibi. Denizler ve dehlizler, ormanlar ve çavlanlar, çöller ve göller, deltalar ve havzalar, falezler ve fezalar… Deryalar ve damlalar, ufuklar ve bulutlar, yüksekler ve alçaklar, haşerat, hayvanat ve her türlü nebatat gibi şehir de kimi ritimler, kimi seslerdir… ve/hatta/şehir, sevgili arkadaşım Faruk Duman’dan ödünç, güzel bir ifadeyle söylersem, ‘seslerde başka sesler’dir: İnşaatlar, tesisatlar, seyahatlar, safahatlar… Beyanatlar, ifşaatlar, cerahatler, cinayetler… Teşkilatlar, tevkifatlar, talanlar, tasallutlar… Mücadeleler mübadeleler, müdahaleler, müzakereler.”
Hiç şüphesiz burada suya yazılan sözcüklerin her birinin farklı kılıkları, bireysellikleri, yatay ve dikeylikleri şehrin bir yerinde usulca veya usulsuzca yapıladurur. “Şehir en çok bunların olduğu yerdir” demektedir Atlı, o kendine haslığıyla… En çok da heyecanla ve incitmeden. Hatta sırf düşünür-yazarlığıyla değil de; bizatihi eksikliğiyle, serden ve yardangeçtiğiyle de anlatır, okur görmezse de ağladığını hisseder:
“Semboller öne çıkar ama görünmez olur, ‘Karpuzu ve surları ile ünlü yöremiz’e takılınır kalınır da mesela, karpuzun tarihini yazmak akla gelmez ya da bu gibi şeyler önemsenmez.”
Şehrine kalkan balığına benziyor kelamı üzerine;
“Acaba Dicle Nehri’nde hangi balıklar var? Balıkçılık ve şehir nasıl bir tarihi seyir izlemiş?” de diyebiliyor, atletik-akademik oluşuyla.
Her kitap böyle olsa, hatta ben bile böyle yazabilsem diyesim geliyor. Yazarın en çok da okur-gezerliğini, okur-sezerliğini, okur-göçerliğini, okur-dinlerliğini sevdim, çok sevdim.
İletişim’in “Memleket Kitapları” dizisinden “Taşraya Bakmak”tan sonra en çok sevdiğim kitap bu oldu. Burada geçenler de bu sevmeyi allayıp pullamak, yer yer hüznünü göstermek üzerine söylenmiş sözler olsun. (MAS/YY)
* Mehmet Atlı 1975’te doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden 2000’de mezun oldu. Aynı fakültede Mimarlık Tarihi ve Kuramı lisansüstü programını bitirdi. Çeşitli firmalarda mimar olarak çalıştı, halen Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve doktora öğrencisi. Mimarlık-müzik-popüler kültür/siyaset arakesitlerine yönelen yazıları Arredamento Mimarlık, Birikim, Yeni Özgür Politika, Tiroj, Yeni Perspektif gibi yayınlarda yer buldu. 1994’ten beri profesyonel müzisyenlik de yapıyor. Albümler, konserler, kısa film, tiyatro oyunu ve dizi film müzikleri yaptı.